Birçok Derde Deva Hakkari Balının Öyküsü
Adapazarı’nda bir gazetede montaj işçisi olarak çalışan ve lâkabı ‘tasarruf’a çıkan otuz beş yaşındaki delikanlı (İbrahim Küçük), sevdiği bir arkadaşına (Fahri Tuna’ya) derdini açtı: “Gitmediğimiz doktor, yaptırmadığımız tahlil, içirmediğimiz ilaç kalmadı; üç buçuk yaşındaki oğlumun öksürüğünü bir türlü kesemedik.”
“- Gel benimle.” dedi arkadaşı, kalktılar, yürüdüler. Bir prefabrik polikliniğin kapısından içeri girdiler. Arkadaşı onu elli yaşlarının başlarında, uzun kır saçlı, kır sakallı, kalın çerçeveli gözlüğünün ardından derin bir kuyunun içinden bakar gibi bakan ve tarihin en eski çağlarından gelmiş gibi görünen bir çift gözle tanıştırdı:
“- Sadık Ağabey, bizim İbrahim’in bir derdi var.” Anlattı ‘Tasarruf İbrahim’ çocuğunun başına gelenleri, üzüntülü ve umutsuz bir ses tonuyla.
“Senin işin kolay.” dedi bilge hekim. “Hakkari Şemdinli’de bir bal var. Adresini versem getirtebilir misin?” “Getirtebilirim tabii Sadık Bey. Ablamın eşi Van Başkale’de nüfus müdürü zira.” cevabını alınca:
“- Çok güzel. O balı getirteceksin. Çörek otuyla bir güzel karıştıracaksın. Ezeceksin çörek otlarını balla. Her akşam ve sabah, çocuğa birer tatlı kaşığı yedireceksin. Kırk gün devam edin, Rabbim şifasını verecektir inşallah.” dedi bilge hekim.
Teşekkür edip çıktılar. Kısa süre içinde bal getirtildi, çörek otuyla ezildi, kırk gün titizlikle uygulandı. İlk ziyaretten iki ay kadar sonra birer paket akide şekeri ve güllü lokum alıp bilge hekime teşekküre gittiler, iki arkadaş. İbrahim o gün dünyanın en mutlu insanı idi, Sadık Bey’e müteşekkir gülümsedi; zira çocuğunun öksürüğünden eser kalmamıştı.
O çocuk şimdilerde yedek subay olarak askerliğini sürdüren bir Elektrik mühendisi.
“Yeşilçam’da Film mi Çevireceksin Bu Yaştan Sonra Arif Ağabey?”
Kendisinden on yaş kadar küçük bir arkadaşı (Fahri Tuna), babasını gözünden ameliyat ettirmişti göz merkezinde, bir hafta sonra da babasını kontrole getirmişti. Tam merdivenleri çıkıyorlardı ki Doktor Sadık Canlı ile karşılaştılar. O da öğle namazına çıkıyor olmalıydı. Arkadaşının babası, onun cerrahlığından bahisle, ayaküstü boynundaki sivilcelerden şikâyet etti:
“- Sadık Bey, alsanız bir ara şunları.” dedi. Vücuttan hiçbir parçayı almaya gönlü razı olmayan, Allah’ın her şeyi bir sebeple yarattığına gönülden inanan Bilge Hekim cevap verdi:
“- Bu yaştan sonra Yeşilçam’da film mi çevireceksin Arif Ağabey? Onlar seninle beraber gidecekler inşallah, dert etme sen!”
Bir ay sonra imamla beraber babasının naaşını yıkayan oğlu, boynundaki sivilceleri görünce bu konuşmayı hatırladı. Sadık Canlı’nın söyledikleri kısa süre içiersinde yerini bulmuştu bile…
Yıllar sonra kendi boynunda çıkan benzer sivilcelere ‘ilaçla alma teklifi’ geldikçe de Sadık Canlı’nın sözlerini tekrarlamaya başladı:
“-Boş verin canım, ne olacak. Bu yaştan sonra Yeşilçam’da film çevirecek hâlim yok ya!”
“Allah Biliyor Da Sen Biliyor musun?”
Belediyenin bir yetkilisi, ilin en üretken ve fedakâr, fakir fukaraya ücretiz resim kursu veren ressamının ateist olmasına çok üzülüyordu. Kendince bir çözüm düşündü: “Ben bu ressamı uygun bir zamanda şehrin ‘Bilge Hekimi Sadık Canlı’ya götüreyim. Sadık Canlı’nın eşi Ebru Yenge de nasıl olsa resim yapıyor. ‘Resim ve estetik’ ortak paydasında bu ressamla Sadık Ağabey sohbet ederler. Diğer yandan bu ressamın da Sadık Ağabey’in de anneleri Abhaz. Abhazlarda anne soyu çok çok önemlidir ya; saygı sevgi hürmet çerçevesinde çok da hoş bir ruh iklimi oluşur. Bakarsın ressamın da hidayetine vesile oluruz…”
Gün geldi, bu kişi ressamla beraber Sadık Canlı’yı prefabrik muayenehanesinde ziyaret ettiler. Dindarlardan hiç mi hiç hoşlanmayan afacan ressamın; bir Abhaz annenin oğlu olan Sadık Canlı’ya olağanüstü saygı ve ilgili göstermesi, görülmeye değerdi gerçekten. Konu konuyu, sohbet sohbeti açtı. Çaylar kahveler tekrarlandı. Ressam:
“Sadık Ağbi, bir konu benim aklıma yatmıyor.” diye söze başladı. “Nedir aklının almadığı?” diye kestirmeden soruverdi Sadık Canlı, her zamanki üslubuyla. “Kader konusu ağabey…”dedi ressam mahcup.
Sadık Canlı’nın yüzü daha bir ciddileşmiş, gözleri daha bir büyümüş, kulakları daha bir dikkat kesilmişti. Gözlerini ressamın gözlerine merakla dikerek dinliyordu şimdi.
“Meselâ ben. İnançsız, günahkârın biriyim. Cennete lâyık değilim. Allah bilmiyor mu benim cehenneme gideceğimi Sadık Ağabey?”
Koltuğunda sakin sakin oturan, pür dikkat misafirini dinleyen Doktor Sadık Canlı, kocaman elleriyle masasının üzerindeki deriden sümene iki eliyle birden vurdu. Sümen beş santim havaya fırlarken, büyük bir gümbürtü doldurmuştu odayı:
“- Ulan salak!” diye bağırıverdi birden. Sağ el işaret parmağını ressamın gözüne adeta sokarcasına uzatarak:
“-Allah elbette biliyor da, sen biliyor musun peki?”
Ressam irkildi, korkuyla ürperdi, elinde olmadan beş on santim başını geriye çekerek: “- Bilmiyorum ağabey!” diyebildi.
“- İşte bütün mesele burada” dedi ve sözlerine devam etti Sadık Canlı: “Allah’ın bilmesinden sana ne? Sen cennete gidecekmiş gibi çalış, gerisini de Allah’a havale et!”
Biraz daha sakinleştikten sonra ekledi:
“Sendeki bütünüyle günahkâr kibri. Sen ne sanıyorsun kendini? Ben senin girmiş gireceğin günahların yüz katına girmiş bir adamım. Bana günahkâr kibriyle gelme sakın bir daha!” Yarım çayını yudumlayıp bir an önce ayrıldı oradan ressam.
Bir Bilge Hekim Geçti Bu Fani Dünyadan
Dedem Korkut, ‘gelimli gidimli, ölümlü kalımlı dünya’ der bu âlem için.
Madem geldik, bir gün gitmeyecek miyiz?
Öyleyse insan gibi onurlu yaşayıp da gitmeliyiz. Gönderenin rızasına uygun yaşamalı, gönderenin rızasına uygun gitmeliyiz.
Mevlâmız zira o, dostumuz. Sevenimiz, sevilenimiz. Ölümden korkulur mu hiç?
Hele ki “biz dünyaya ölmek için geldik” diyen bir bilge hekim, korkabilir mi hiç?
O zaten, ölmüş de tekrar geriye gönderilmiş gibi yaşamamış mıydı son otuz yılını?
İçten, samimi, gönülden, Yaradanı ile başbaşa, Yaradanı ile içiçe, Yaradanı’na sevdalı…
Allah varsa tasa yoktu onun kitabında.
Üzüntü hiç yoktu.
Hastalanmıştı.
Emaneti veren, günü geldiğinde alacaktı elbet, biliyordu.
Aldı da.
Bir ramazan akşamı, Orhan Cami’den teravih için yatsı ezanı okunurken…
Yaradan’ın tevafukuna bakın ki yine Hâfız Hasan Çolak dostu okuyordu ezanı.
Helalleşti yanındaki aile efradı, eşi, çocukları damatları ile bir bir.
Sonra Hasan Hatıöz ile, sonra Hasan Sağlam ile.
Sonra Tarık Pekerken ile.
“Yolculuk başladı, yola çıktık” dedi yakınındaki, en yakınındaki, her zaman yakınındaki kardeşi Hüseyin Berberler’e.
Kelimeyi şahadet getire getire.
Sessizce yürüdü gitti yolundan.
Hâlbuki otuz yıldır O’nunla yoldaydı zaten.
O’nun yolundaydı.
O’ndaydı.
O’na kavuşmuştu tümden.