Keyfekader yaşayan öykücü. Yazan da.
Mümkün Öykücülerin en iyilerinden. İki Dünyanın da öykü Ustası.
İçindeki volkanı ustaca gizleyen yanardağ onun kalbi. Sobeee. Yakaladık.
Edirne’de Meriç Hikâye Günleri’nde tanımıştım yıllar önce. Tanımışş, sevmiştim. Sonra, 2018’de, TYB’nin 40. Kuruluş Yıldönümünde kırk yazar, on gün süreyle, Edirne’den Mostar’a, nehir nehir, şehir şehir, ülke ülke Balkanları dolaşmıştık.
Upuzun, sarışın sakalları, bilgiç bakışlarıyla kâh Sefilleri’ni yazan Hugo, kâh Beyaz Geceleri’ni yazan Dostoyevski, kâh Dönüşümü yazan Kafka olarak dolaştı, on gün boyuncu aramızda. İyi öykücüydü, biliyorduk zaten. Candı, sempatikti, güleç yüzlüydü; onu da biliyorduk. Ama bu seyahatte daha bir tanıdık ve daha bir sevdik onu. Kompleksiz kaprissiz tekellüfsüz hâli bir başka güzeldi; Sarajevo’da bir kahve içmek için yağmurlu bir gece yarısı on kilometrelik maceraya - bizimle birlikte- koyulması, hayat doluluğunun delili sayılmalıdır. Gezi boyunca Öykücüler Masasının sol arka bacağıydı, Abdullah Harmancı’nın simetriğiydi, diyeyim size.
Yedi uyumayanlardandır. (Diğer altısının Cemal Şakar, Necip Tosun, Abdullah Harmancı, Güray Süngü, Furkan Çalışkan ve İsmail Kılıçaslan olduğunu tahmin ettiniz zaten, anlıyorum sizi.)
Taze kırklananlarımızdan. Tevellüdü 1981 Alamanya zira. Doğduğu yer Acı Vatan olsa da öyküleri tatlı. Eyvallah yiğit adam.
Onun kuşağı gökdelenler, recidanceler kovalarken, bizim Aykut, İstanbul’un 41. katını Keyfekader Kahvesi adıyla kapatıp Postu sermiş; memleketin genç yeteneklerini başına toplayıp öykü öykü, dergi dergi ikram ediyor, edebiyat sevdalılarına.
Elbette öykücü, biliyoruz; ama yer yer öyle cümleleri var ki, imgeyse imge, dizeyse dize, betimlemeyse betimle; okurun içinde yakamoz güzelliği uyandırıyor. İşte size beş - on cümle: ‘Geceleri yıldızlar dökülüyor Şam-ı Şerif’in üzerine’ (Duvar, s. 45), Dünya dönüyordu. Eğilip Atlas’ın kulağına bir şeyler fısıldadım, adam hiç oralı olmadı. Atlas’ın alnından uzay boşluğuna doğru düşen ter damlasını mendilimle havada yakaladım. Bir kara deliği daha engellemiş olmanın iç huzuruyla; ‘Batsın bu dünya Atlas’ diye tekrar ettim (Büyük Dünya Atlas’ı, s.58) … ötesindeki şişman serseri buluta dikkat et, o da fil yutmuş bir boa yılanı… / İçimdeki fısıltı bile gülüyor / … ılık ve tatlı bir yaz yeli, ağustos böceklerinin şarkısıyla yüklüymüş / Tetikte bir mahcubiyetle … / Bütün insanlık zihnimde tepişiyor yine. Her biri ayrı bir hayret nidası çıkarıyor. (Adem’den Önce, s.44-58)
Özgünlük, kurgusal derinlik, ironik bir dil, zamansal belirsizlik, masalsı bir anlatı, kâh rüyada kâh gerçeklikte gidiş gelişler, tanıdık duygularla örülü imgesel söyleyişler; sürprizler, âh o sürprizler; Aykut Ertuğrul öykülerinin, - bu fakire göre - en belirgin özellikleri bunlar.
Birçok kişi onu postmodern, gerçeküstücülükle eleştirse de, bu satırların sahibi farklı düşünmektedir: Geleneğin üzerine abanmış, kadim doğu kültürüyle bezenmiş bir ruhla modern öyküler kurguluyor bence Aykut. Yahya Kemal’in ‘kökü mazide olan ati’ dediği türden, dünü iyi bilip yepyeni bir söylem ve kurguyla öyküler yayımlıyor kardeşimiz. Ruhu doğulu, söylemi batılı bir bakıma; kim nereye yakınsa uzaktaki tarafta görüyor onu ve - haksız- eleştiriyor gibi geliyor bana.
Eskiyle beslenmiş yeni, en yeni onun öyküleri; zaten kendisi de söylüyor bunu Akif Hasan Kaya’ya, her öykümde daha önce yapmadığım bir şeyi denemeye çalıştığımı söylenebilirim diye.
Postunu Anadolu’nun bozlaklarına bozkırlarına sermiş bir öykü postnişini bence Aykut. Yeni olan yöntemi yani.
Kahramanları da yerlidir onun; çoğu kez kapı komşumuzdur, yol arkadaşımız, ayakdaşımızdır: Feraye Teyze, Şeyma, Şaban, Ahmet, Mehdi Efendimiz, dizleri titreyen Nine, Nineyi anası bilen yetim çocuk, altın günü kadınları, Şam-ı Şerif’in Abdullah’ı, Halepli Leyla, Veznedar Nuri, Beyaz Eşyacı Selim, Halı Yıkamacı Süleyman, Doktor Sedat, Müdür Yardımcısı Kenan, Garson Münir, Şoför İsmail, Adem’le Cihan, Yüzbaşı Tansel. Ha bu Tansel Yüzbaşı üzerinde iki satırcık da olsa durmak isterim: Astsubaylar Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Osman veya Ömer’dir. Köy çocuklarıdır çoğu. Ama rütbe omuza çıktı mı dünya değişiverir hemen: Hakan Binbaşı, Oğuz Yarbay, Sertaç Albaydır artık, Doğu Tuğgeneraldir, Levent Tümgeneraldir, Selçuk Korgeneraldir, Ümit Orgeneraldir. İsimler de beyaz Türk’tür artık. Bu ince çizginin yansımasını, Aykut Ertuğrul’un kahramanlarında da görüyoruz elbette. Bilinçli bir tespit ve ironiyle.
Sorarsan cümleleriyle, sormazsan gözleriyle konuşuyor. Gözleriyle gülen adamdır Aykut’umuz. Hilesiz hurdasız, zararsız ziyansız, sımsıcak tanış bakışlarla.
Melâmi öykücü. Her şeyi içinde yaşıyor. Cenneti içinde. Yazdıkları, buğulu camdan görebildiklerimiz.
Cehennemi de yaşamış adamdır: Pek bilinmez, eski bir astsubaydır Aykut Ertuğrul. Ertuğrul’un Ocağına, genç bir Osman, Orhan, Murad ruhuyla intisap etmiştir. Yine pek bilinmez, 15 Temmuzun kahraman şehidi Ömer Halisdemir’le de devre arkadaşı ve dostturlar. Aykut kardeşime ‘sen de üniformasına balyoz indirilen 28 Şubat mağduru musun?’ diye sormadım soramadım. Cevabı muhtemel soruyu kendime yakıştıramadım da ondan. Ama şu satırlar onun: “ … her şey ayan beyan değil mi zaten: ‘(…) Oda hapsi. Kaç gün? Tut nefesini, secde et! Bot bağcıklarım, kemerim, elbiselerim. Mahkûm elbisesi bu muymuş? Seccademi de alın. Seccademle asarım belki kendimi. (…) Tebliğ mi? Tamam. Acil mi? Tamam. … eşinin uygunsuz kıyafeti… çağdaş… ilke ve inkılapları emretmesine rağmen… lâik emirler, disiplinsizlik, emir… Karar: disiplinsizlik, ayırma, resen emekliliğe sevkedilmesi.’ (Nefes Kontrolü, s.28) Bilfiil yaşadığı belli Aykut’un. Ve şahitliği de.
Yazarlar toplum için yazarlar. Toplum için yaşadıkları gibi. Aykut Ertuğrul da onlardan.
Çok usta bir denemecidir de. Öykülerinin içine öyle ustaca serpiştirir ki onları, lezzetinden yenmez olur, adeta sosyoloji ve psikoloji dersi verir, çaktırmadan: İşte siz birkaç tipik örnek: “Zihnimizin içindekiler bizimdir / Yaşlandıkça insan kendisini daha çok dinliyor / Telaşa mahal yok / Anadolu’da ismi olan her yerin bir de hikâyesi vardır / Bir fısıltı bir çığlıktan hep daha güçlü ve bastırılmazdır / Mecazı anlamayan androide aşina değiliz / Bütün büyük aptallıklar gibi hızla oluyor her şey / Kendimizden gittikçe uzaklaşıyoruz.” (Adem’den Önce, s.43-53.)
Dramları trajedileri yazdığı kadar ironinin de öyküsünü yazan adamdır Aykut. Size buna inandırmam için onun Büyük Dünya Atlas’ı’nı okumanız yeterlidir. Tek o yeter bana inanmanız için, inanın bana.
Peki yazmak ve dergi yayımlamak Aykut’umuz için ne ifade ediyor? Kendisinden dinleyelim: “Sık yükselip alçalan bir grafik izlese de benim için coşku esas. Öykü yazmak duygusu beni heyecanlandırdığı için denedim, deniyorum; dergi çıkarmak, başka güzel öykülerin yazılmasına vesile olmak beni heyecanlandırdığı için dergi çıkardım, çıkarıyorum. Ki dergicilik benim kişisel olarak da yeni öyküler yazmama sebep olan bir uğraş. Yayımladığım her öykü, hazırladığım her dosya beni heyecanlandırdığı için oradalar. Bu yüzden dergiye destek verenlere hep müteşekkir olacağım. Bana iyilik ediyorlar.”
Arada oğullarıyla fotoğraflar paylaşıyor bizlere. Lirizm kokulu fotoğraflar. Kalbimize işleyen ve yüzümüzü ışıldatan coşkunluğu kadar, anı kaydetme, geleceğe (oğullarına) belgeler bırakma isteği de sezinlerim o karelerde ben. Sevinirim de.
Uzaklardan, ta derinlerden bir kasette Neşet Baba Ah yalan dünyayı çığırıyor, Hugo bakışlı, Çehov sesli, Kafka kalemli bir adam, elinde uzun ağızlıklı sigarası, yirmi ikinci yüzyıldan öyküler anlatıyor bize. İşte siz Aykut Ertuğrul.
Bir umut öykücüsü o. Gelecek öykücüsü.
Post Öykünün postnişini. Postmodern öykümüzün de.