Türk edebiyatına 81 ilin de değerli katkıları vardır elbette. Yadsınamaz katkıları.

İstanbul’u değerlendirme dışı tutalım. 470 yıllık başkentliği var. Diğer 80 il arasında, yetiştirdiği şair ve yazarlar arasında ilk beşi, herhalde Maraş, Bursa, Konya, Ankara, Urfa paylaşır.

1954’te Kocaeli’den ayrılarak vilayet olan Sakarya’mız ise, ulusala mal olmuş, ulusal edebiyat dergilerinde yazan otuz iki şair ve yazarıyla, inanıyorum ki, ilk on il arasında - rahatlıkla - yer alır. Şeksiz şüphesiz öyledir bu. İnanıyorum.

1520’de vefat eden ve atasözlerini şiire adapte etmesiyle ünlü Geyveli hemşerimiz Mehmed Süreyya Güvahi’den, daha otuzuna girmediği hâlde, birçok ödüller alan ve kitabı Dergâh’tan çıkan Sinem Torun’a… Otuz iki şair ve yazarımız var bizim. Bu alanda, edebiyatın başkentlerinden biri değilsek de uç beyliği sayılırız, kanaatimce.

Unutmadan: Benim için Sakaryalı yazarlar üçe ayrılır; ama üçü de benim kalbimce özbeöz Sakaryalı, hatta Adapazarlı, hatta hatta Adalıdır: Bu şehirde doğup bu şehirde yaşayan, bu şehirde doğup başka şehirlerde yaşayan, başka şehirlerde doğup bizim şehrimizde yaşayan. Hepsi de bizimdir, bizdendir, bizcedir.

Doğum tarihlerine göre sayıyorum:

Güvahi (ölümü 1524, şair), Osman Adapazari (18. Yüzyıl, şair), Sait Faik (1906, öykücü), Kerim Korcan (1918, öykücü), Faik Baysal (1922, öykücü), Halit Çelikoğlu (1934, şarkı sözü yazarı), Necati Mert (1945, öykücü), Cüneyd Suavi (1948, hikâyeci), Yılmaz Güney (1949, şair), Hatice Bilen Buğra (1951, öykücü), M. Selahaddin Şimşek (1953, özdeyiş yazarı), Selim Gündüzalp (1954, deneme yazarı), Fahri Tuna (1959, biyografi-portre yazarı), Akgün Akova (1962, şair), Ayfer Tunç (1962, öykücü), Yılmaz Daşçıoğlu (1963, şair), Nevzat Sazak (1967, öykücü), Cihat Zafer (1971, deneme yazarı), Mustafa Uçurum (1973, öykücü), Zeynep Arkan (1975, şair), Leyla Yıldız (1975, biyografi yazarı), Fatma Çolak, (1977, şair), Ercan Yılmaz (1977, şair), İbrahim Gürel (1977, öykü yazarı), Arzu Özdemir (1979, küçürek öykü yazarı), Vildan Külahlı Tanış (1980, öykücü), Hande Ortaç (1980, öykücü), Serhat Demirel (1980, deneme yazarı), Mustafa Furkan Özren (1985, romancı), Kadir Korkut (1989, şair), Ayşenur Gülsüm (1992, öykücü), Cengizhan Genç (1992, şair), Sinem Torun (1994, öykücü). Bilmediklerimiz, duymadıklarımız, unuttuklarımız da vardır elbette. Sayı kırkı da bulabilir, geçebilir.

On şair yetiştirmiş Sakarya’mız. Üç deneme yazarı, bir biyografi yazarı, bir portre yazarı,  bir romancı, bir özdeyiş yazarı, bir şarkı sözü yazarı. Geriye kalan on altısı ise öykü yazarı.

Evet, ilginçtir, ulusallaşmış Sakaryalı yazarların yarısı öykücü. Bunun bir, belki birçok sebebi olmalı. Benim ilk aklıma gelen, vilayetimizin, sokaklarından on sekiz lisanın konuşulduğu, göçlerle oluşmuş bir şehir olması.

Bu konuda akademik bir araştırma yapılmalı derim.  

14 Şubat Dünya Öykü Günü.

İki gün süreyle size Adalı dört genç öykücünün birer eserini paylaşmak isterim. Siz de onlar hakkın bilgi ve fikir sahibi olasınız istiyorum.

İyi okumalar efendim. Ve iyi öyküler.

Arzu Özdemir

(Küçürek Öykü Yazarı)

1979’da Elazığ’da doğdu. Üniversitede edebiyat okudu. Bitirme tezleri psikolojik tahliller üzerineydi. Lisans bitirme tezi Matmazel Noraliya’nın Koltuğu'ndaki Karakterlerin Psikolojik İncelenmesi, yüksek lisans tezi ise Yusuf Atılgan’ın Romanlarının Psikanalitik İncelenmesi’di. 2016 yılında Karasu’ya taşındı. Şair Cengizhan Genç’in ısrarıyla küçürek öykülere dönüş yaptı. İlk kitabı Dil Sürçmesi çıktı. Özdemir, İzdiham dışında Karabatak, Hece Öykü, Hece, Muhayyel, Barbar, Mahalle Mektebi, Aksi Sanat, Adalya, Kanon 2010, Dergâh isimli matbu dergilerde Edebiyat Daima ve Edebiyat Burada isimli e-dergilerde hem küçürek öykülerini hem eleştirilerini yayımlattı. İkinci küçürek öykü kitabı Kısa Devre 2021 yılında Hece Yayınlarından çıktı.  Bunun dışında Nurullah Genç’in Yağmur isimli naatına bir şerh yazdı.

Avuntu                                                                                                                                                                                

Küçük kız annesine, Yeniden evlensene! dedi.                                                                                                      

Evlen ve bana bir kardeş yap, erkek olsun ama adını ben koyayım.                                                        

Annesi, Ne koyacaksın? diye sordu.                                                                                                                               

Kız, buruk bir gülümseme ile cevap verdi: Babamın adını.

Çat

Böyle kukumav kuşu gibi ne düşündüğümü sordu.

Söyledim:

-Bir insan kurtulacaksa eğer, sembolik de olsa bir rahimden tekrar çıkar.

Yunus balıktan, Yusuf kuyudan, Efendimiz de mağaradan…

Kahkaha atmasaydı gözüm kesmeyecekti belki.

Kapıdan çıktım.

Pat

Kapıyı çarpıp gidişinin beni bir gün böyle yere sereceğini tahmin edemezdim.

Bu depresif hali bir an önce üzerimden atmak için birçok kadınla oldum. Ama her birinde yalnızlığıma biraz daha gömüldüm.

Çıkan kurtulur, demişti.

Çatıya çıktım.

Enkaz

Annesinin sağ salim çıkarılmasını bekleyen çocuğa müjdeyi verdiler:

-Üzülme torbadaki senin annen değil.

Hayalperest

Bu kadar hayal kurmak insanı canından eder, dedim ona.

-Nasıl yani? dedi.

Kanatları balmumuyla yapıştırılan İkaros'u hatırla. Güneşe yaklaştığı için denize çakıldı, diyerek misal verdim.

Gözlerini kapadı, yüzüne bir tebessüm yayıldı.

-Aaa sen bilmiyorsun, dedi. Onu orada bir denizkızı karşıladı. Evlendiler, çocukları oldu.

Ayşenur Gülsüm                                                                                                                                            (Öykü Yazarı)

1992 yılında Adapazarı’nda doğdu. 2016 yılında Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans öğreniminden onur derecesi ile mezun oldu.  İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesinde pedagojik formasyonunu tamamladı. İş hayatına editörlük ve içerik üreticiliği ile başlayan Ayşenur Gülsüm, çocuk edebiyatı alanında her ay makale ve söyleşiler yayımladı. Ayşenur Gülsüm’ün kısa öykü türündeki ilk öyküleri Irmak, Dergâh, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı, ulusal hikâye yarışmalarında derece sahibi oldu, öyküleri 2011 yılında kitaplaşarak Kuşlu Dualar ismiyle okurla buluştu. Uluslararası Bakalorya Diploma Programı Turkish A: Literature dersi öğretmeni olan Ayşenur Gülsüm, ulusal dergilerde kurmaca ve makale yayınlarına devam etmekte ve Ankara’da yaşamaktadır.

Dize Gelir Önünde Güllerin En Yabanı[1]                                                                                                     Ayşenur Gülsüm

Bakmak bir dildir, Mediha’nın yurdunda. Hepi topu iki harften ibaret alfabesiyle çeşit çeşit susar o. Bir şiir kitabından mülhem, bakış kuşu diyordum ona. İyi ki de diyordum, en azından “bu”, “deli Mediha” ya da hişt hiştten öte bir isme sahip olmuştu sonunda.

Onun vahşiliğindeki soyluluktan ürküyordu çocuklar. Haksız da sayılmazlardı; Mediha kimseyi kendisiyle bakışmaya değer görmezdi, daima yalnız gezer, başını kaldırmaz, kaldırsa gülmez, gülse uzun sürmezdi. Bu yaştaki bir çocuk için yalnızlık nasıl mekân, nasıl zaman olur, aklım almazdı. Onun kendine yettiğini görmek, bırakın çocukları, kendine yetemeyen yetişkinler için dahi kıskançlık sebebiydi.

Mediha’yı tanıdığımdan beri ben de onun diliyle konuşmaya başladım sanki. Gözlerimle binayı işaret ederek sınıflara dönme vaktinin geldiğini söyledim çocuklara. Bir bakışla boşalıverdi bahçe, herkes defterlerini kitaplarını çıkardı, kendi isimlerine bir yankı gibi “burada” dedi. Burada! Ben bir süre içeri girmedim, tek başıma, öylece, ayakta durdum. Mediha’nın kalbinin kapısını boş bahçelerde aradım. Tastamam üç yıldır girememiştim oradan içeri. Tek tesellim; geçen yıl bir aralık, koridorun sonundan, çok uzaktan onun da beni seyrettiğini yakalamamdı. Hepsi bu.

Kimdi, bilmezdim; nereden gelmişti, bilmezdim; niye bu kadar gecem gündüzüm olmuştu, onu da bilmezdim. İşin kötüsü bunların cevabını o da bilmezdi. Bazı hafta sonları, evci çıkardı Mediha. Küçük bir ilçedeki küçük bir evin adresini yazardı yoklama defterine. Yazısındaki incecik çizgiler bile, bu evin kendi evi olmadığını hissettirirdi; y’lerin, g’lerin kuyrukları o kadar uzardı ki uzak bir akrabama gidiyorum derdi bakana. Mutlu da dönmezdi pazar akşamları oradan. Onun evi kendisiydi ve artık bir kapısı olduğundan bile şüphe ediyordum.

Son dersin bitmesine yirmi dakika kalmıştı; kitaplarımı, notlarımı, her biri ayrı bir çocuk olan kâğıtları, okunacak ödevleri topladım, bez çantamın içerisine koydum. Kalmam için gösterdikleri oda şu bez çantadan azıcık daha büyüktü, fakat iki güzel penceresi vardı; biri uçsuz bucaksız üzüm bağlarına, diğeri ise perdeyi çeker çekmez kızların yataklarına bakıyordu. Neşeli ve olaysız gecelerde kızları bağlara tercih ederdim, bu gece de öyle olmasını umut ediyordum.

Etüt saatinin bittiğini kızların içeriye dolan kahkahası haber verdi bana da, derin bir oh çektim, keyifleri yerindeydi. Pijama giymek, diş fırçalamak niçin bu kadar gülünçtü onlar için anlamıyordum ama olsun, insanın içini açıyorlardı. Odadan çıktım: “Bizim gızlaaa! Beni bak biyo!” dedim en ciddi ifademle, benim ciddiyetim kahkahaları daha da büyüttü: “Herkeslee uyupdursun gari, gapetçem lambeleri!” İçlerinden birinin; “Tam omuyo emme” cümlesini, bir başkasının “Allah vaa, çalışıpduru.” diye tamamladığını duydum. “Hele şunlara bak!” diye yalandan kızarken ışıkları söndürdüm, kıkırtıları azala azala sessizliğe döndü. Göz ucuyla Mediha’ya baktım, yine eğlenmiyordu.

Kızları ışığımla rahatsız etmemek için ben de daha fazla çalışmadan yatağa geçtim. Odama kadar gelen fısıltılar, gülmemek için kendini tutmaya çalışmanın kaçak sesleri arasında uyuyakalmışım. Ancak her şey bölük pörçüktü, kendimi bir türlü uykunun genişliğine bırakamıyordum. Niçin huzursuz olduğumu tam ayırt edemiyor, sebebini bulmak için kendi kuytularıma indikçe panikleyip uyanıyor, yeniden dalmaya çalışıyordum. Sanırım dördüncü ya da beşinci kalkışımdı ki kapıda bir karaltı fark ettim, irkilip doğruldum. Karaltı hiç hareket etmedi, fakat yavaş yavaş aydınlanmaya başladı: Mediha gözlerini dikmiş beni seyrediyordu kapıdan.

“Mediha?” diye fısıldadım korkuyla; “Bir şey mi oldu?” 

“Ağaç kovuğu.” dedi bakışlarını bir an olsun ayırmadan.

“Efendim?”

“Ben bakış kuşu olamam. Ağaç kovuğunda yetişmedim ben. Bir annem var benim.”

Yavaşça doğruldum, sanki az evvel irkilerek uyanan ben değilmişim de oymuş gibi korkutmamaya özen göstererek yatağa, yanıma davet ettim: “Tabii var.”

“Nerede?”

Ben hayatımda hiç daha net bir soruyla karşılaşmamıştım.

“Nerede?” dedim.

“Kuş değilim ki kovukta yetişeyim, üzüm değilim ki daldan sarkayım. Kediler, köpekler bile analarının memelerinden süt emer. Beni de elbet bir ana doğurmadı mı?”

“Doğurdu.” dedim, dedim ama kendim bile duymadım.

“Nasıl aramaz beni? Nasıl hiç bilmediğim bu yere, tanımadığım bu insanlara bırakır da gider? Hadi gitti, nasıl senelerdir gelmez?”

Mediha’nın yaşı, benim korkum kadar uzun bir sessizliğin ardından yutkundum, ağzımı açtım, kapatıp tekrar yutkundum: “Hiç... Hiç ölmüş olabileceğini düşündün mü?” dedim incitmeye korkarak. Mediha’nın gözlerindeki kara alfabeyle parlak bir cümle kuruldu, dudakları ışıldamaya, belli belirsiz gülümsemeye başladı. “Tabii” dedi boşluğa bakarak ama aklındakinden emin, “Tabii ya, tabii.” Sevinçle yüzüme baktı: “Benim annem ölmüş olmalı.”

Annesinin muhtemel ölümü, ihmali kadar canını yakmayan bu çocuk beni hiç ürkütmedi o gece. Birbirine değen dizlerimizden bir sıcaklık yayıldı odaya, uzun uzun birbirimize baktık.

Bir kapı kapanma sesi duyuldu.


[1] Başlık Hilmi Yavuz’un Bakış Kuşu’ndan; öykü Halide Nusret Zorlutuna’nın Benim Küçük Dostlarım kitabından mülhem kaleme alındı, Hece Öykü dergisinin Şubat - Mart 2023 tarihli 115. sayısında yayımlandı.