Yaşadığımız dönemin adını felsefe şimdiden ilan etti bile: Aşırılık Çağı
Kimlik kazanma, başkalaşma ve dönüşme kavramları insanların benliklerini allak bullak ediyor. Kişiye, kendisini yeni baştan dizayn ederek, hayata daha üst bir yerden devam edebilme vaadini sunan sertifikalı eğitimlerin dünyasında sıkıştık kaldık.
“Yapay zeka uzmanı olabilirsiniz, aile danışmanı olabilirsiniz, aile dizimi yapabilirsiniz, yazar olabilirsiniz, hemen meslek sahibi olabilir, bir yıl sonra aynı mesleğin öğreticisi konumuna gelebilirsiniz, 60 yaşındayken 30 yaşında görünebilirsiniz… “
Gerçekten de bu çağ, kişiye olduğundan başkasını hayalle satan, insanı kimliğine küstüren bir nitelik kazandı. Youtube kanalları, birbirinin kopyası kadın ve erkek söylemlerinden geçilmiyor; tavsiyeler, defalarca alıntılanmış konu özetleri, dünyaya ilk kez söylenircesine ezberlenmiş - güya- samimi söyleşiler…
Kendi halinde bir mesleği olup da şahsiyetini kendisine efendi kılan, en azından köle olmamaya gayret edenlerin vay haline! Aşırılık çağının tasarımcılarına yetmiyor bu sadelik. Oysaki rutini bozan, sıradanlığı zorlayan her dönüşüm hayırlı mıdır?
Öyleyse buradan itibaren buyurun yazı konumuz simya olsun. Birçok değersiz metalin altına dönüşerek değer kazanmasından daha kadim, daha sihirli bir dönüşüm olabilir mi? Düşünün ki İsaac Newton başta olmak üzere sayısız akıllı adamın ilgi alanına girmiş, bilimin meraklı bakışlarına takılmış bir mesele.
2500 yıllık bir yolculuk….
Babil, İran, Hindistan, Eski Mısır ve Çin’de başlayıp 19. Yüzyıl Avrupa’sına kadar uzanan büyülü bir süreç.
Simya…
Metallerdeki hastalığın, kirin yok edilip altının ortaya çıkarılması gayreti. Elementlerin keşfi ile kimyaya hizmet etmiş olsa da kendisi bir bilim değil. İmam Câfer-i Sâdık ile açılan yolun takibinde simya, felsefî ve ruhanî bir disiplinin kodlarına ulaşır; öyle ki ruhsal yolculuğun anahtarını verir felsefeye. Hayatın özünü ve insanın “kim” olması gerektiğini anlamlandırmaya dair bir yolculuğu vadeder. Siddhartha, bu yolculuğun en talepkar yolcusudur Simyacı kitabında.
Elementlerin birbirine dönüşmesi, macrocosmos-microcosmos düalitesi, dişil-eril ayrımı başta olmak üzere pek çok prensip simyanın açılımında yer alır. Tüm bu prensiplerin işlevselliği sonucu ulaşılan felsefede “altın” sadece bir semboldür. Amaçlanan hedef, altın elde etmek değil felsefe taşının keşfedilmesi idi. Sanatın sırrı, yaratımın ve dönüşümün büyüsü olan bu gizemli taş Tanrı’dan bir armağandı. Felsefe taşını araştıran simyacı, maddenin içine gizlenmiş olduğuna inandığı ruhu özgürleştirmek çabasındaydı; felsefe taşı, ruh ile fiziksel gerçeklik arasında bir köprü kuruyordu. Bu taş, maddeyi altına çevirirken elde edilen iksir, insan için ölümsüzlük demekti. Simyada ulaşılan bu son noktanın adıdır Ars Magna. İçimizdeki tanrısal tözün açığa çıktığı, salt “iyi”den ibaret olduğumuz bir dönüşüm hali. Kendini, maddeye bağlayan unsurlardan arındırarak Tanrı ile birlik kuran her ruh ölümsüz; her bilinç, felsefe taşının sihrine sahiptir artık.
Aşırılık çağında bizler, başkalaşma ve dönüşme yarışında iken eski çağların dönüşüm felsefesi de bu idi.
Gülümseyerek düşünüyorum da yakında “simyacı olabilirsiniz” mottosu ile tanımlı bir eğitim programı müjdesi alırsak şaşırmayalım.