Birkaç hafta önce “Hayatımızın içine bırakılan bomba: Hız tuzağı” başlıklı yazımızda “Görünmez Goril Deneyi”nden bahsetmiştik.
Size bir video izletiliyordu ve siz birbirine top atma oyunu oynayan bir ekibin toplarını sayarken, ortalarından geçen insan boyundaki kapkara bir gorili fark etmiyordunuz.
Juan da her gün Amerika - Meksika sınırından geçiyor. Motosikletinin arkasında küçük bir çuval ile geçmeye kalkarken, polisler uyuşturucu kaçakçılığından şüphelenerek yaptıkları aramada çuvalda “sadece kum” olduğunu görüyorlar ve Juan’ın sınırdan geçmesine izin veriyorlar.
Her gün bu kontrol yapılıyor ve yine “sadece kum” olduğu anlaşılıyor ve Juan yine sınırdan geçiyor. Bu çok uzun bir süre böyle devam ediyor.
Belki yıllar sonra, olaya faklı bakan, farklı gören ve farkındalık oluşturan bir görevli sayesinde anlaşılıyor ki Juan aslında uyuşturucu kaçakçılığı değil motosiklet kaçakçılığı yapıyormuş.
Bu ve buna benzer, bazıları bize ait bir çok hikaye duymuşsunuzdur.
Bazen burnumuzun ucundaki çözümleri göremediğimize ve aslında çok büyük sorunların hemen yanı başımızda duran çok basit çözümleri olduğuna yönelik bir çok yaşanmış hikaye var.
Bunlardan çok çarpıcı bulduğum, bizden bir hikayeyi kısaltarak sizlerle paylaşmak istiyorum:
Bundan uzun zaman önce Anadolu’da bir kasabada, bir toprak ağasının, şiddeti her gün artan baş ağrısına, ne o şehirdeki, ne İstanbul’daki ne de yurt dışındaki doktorlar bir çare bulamıyor. En sonunda “köyüne götürün yapacak bir şey yok” denilen adam için “saçı-sakalı karıştı, bir tıraş olsun da az ferahlasın” düşüncesi ile çağırdıkları berber işini özenle yaparken, ağanın burnundaki kılı ve içeride epeyce yol almış olabileceğini fark ediyor.
“Ben bunu çekip almam lazım, yoksa size dert açar” diyerek bir hışımla çekip alıyor. Ağa’nın feryadı kasabayı inletiyor; fakat sonrasında baş ağrıları dinince berberi yüklü bir para ve onlarca dönüm arsa ile ödüllendiriyor.
“Goril deneyi”, “baş ağrısı çeken ağa” ve “sadece kum” hikayeleri bize göstermektedir ki burnumuzun ucundaki olayları ve çözümleri fark etmekte güçlük çekiyoruz.
Örneğin birileri, insanın et ve kemik yapısının adeta çürük olduğunu hiç çekinmeden ifade edebiliyor ve “biz daha iyisini yapıyoruz, kemik yerine çelik kullanıyoruz ve onu dijitalleştirdik, ölmek zorunda kalmayacak” diye açıklama yapabiliyor. Ve bu yeni insandan “İnsan 2.0” olarak bahsediyorlar. Pandeminin “İnsan 2.0” için başlatıldığı, dolayısı ile hikayedeki “sadece kum” algısını burada covit19’un oluşturduğunu iddia etmenin çok da tuhaf olmayacağı kanaatindeyim. Covit19 sayesinde “hayat eve sığar” dayatması kısa sürede kabul gördü.
Okulu da işi de eve sığdırdılar ve böylece dijitalleşen dünya, dijitalleşen insandan sonra sıra “İnsan 2.0”a gelecek. 2045 yılı, devletlerin, ulusların ortadan kalktığı, insanın tamamen dijitalleştiği ve yapay zeka ile küresel bir yönetim anlayışının uygulamaya konulacağı bir yıl olarak belirlenmiş. “Ben buna inanmıyorum” diyebilirsiniz fakat bunu diyebilmek için son 1.5 yılda yaşadıklarımıza bakmalı, aşı olmadan, “HES” kodunuz olmadan, “maske - mesafe - temizlik” kurallarına uymadan, işinize ve okulunuza eskisi gibi devam ederek yaşayabiliyor olmanız gerekir. Normalleşme beklentisini ise yüksek tutmamakta fayda var. En azından birkaç yıl, eğitimde düşünülen hibrit sistem, yani yarı okul - yarı online sistem devam edebilir. Fakat sonrasında tamamen online iş, online okul planlandığını düşünebilmek ve fark etmek zorundayız.
Mesleklerin tamamına yakınının ortadan kalkacağı, ve onları yapay zekalı robotların çok daha iyi yapacağını hesap etmek, çocuklarımızı yetişkin olacağı dönemleri öngörerek eğitmek zorundayız.
Gelişmelere, öğrencisinden daha az hakim durumdaki öğretmenlerle bunun yapılamayacağını, artık bilginin öğretmenden değil “Google”dan sorulduğunu düşünmek ve fark etmek zorundayız. Öğretmenlerimizin de “çocuklarımızı, planlanan dijital dünyaya karşı hazırlayabilecek” bir donanıma kavuşturulması hayati önem taşımaktadır. Kimsenin bulamadığı çözümü bularak “ağayı sağlığına kavuşturan berber” örneğindeki gibi kadim bilgilere sahip bilgelerimize büyük iş düşüyor. Bu konularla onların da ilgilenmelerinde büyük fayda var. Düşünmek insana özgü kabul edilir ve bu nedenle olsa gerek, bazı düşünürler insanı “düşünen hayvan” olarak tanımlamıştır. Bu görüşe karşı çıkanlar da var. Kulağa hoş gelmese de insan ile hayvan arasındaki ortak özelliklere bakıldığında benzerlikler çok fazla.
Kalp, beyin, göz, kulak gibi organlar ve merak, karar verme, korkma, kendini koruma gibi duygular açısından birbirimize çok benziyoruz. Hatta bilim adamları, hayvan beyni ile insan beyni arasındaki farkın sadece yüzde 4 olduğunu tespit etmişler. Fakat bu yüzde 4’lük oran, azımsanacak bir oran değil çünkü insanı insan yapan farklılıklara sebep oluyor.
Uzmanlara göre, bilimin henüz açıklayamadığı bu farklılıkların başında; konuşma yeteneği, edep, ahlak, inanç, aşk, sanat, zaman algısı, ölümle ilgili farkındalık ve hayatın anlamını sorgulamak geliyor. Dolayısı ile ne kadar insan olduğumuz bu kavramlara olan yakınlığımızla alakalı olsa gerek. İnsan ile hayvan arasındaki farklardan, “konuşma yeteneği” dışındaki tüm farklar, “İnsan 2.0” ile arasında da olacak gibi görünüyor. Gerçek bir insan gibi hayatın anlamını sorgulayamayacak, inanıp inanmama gibi bir seçeneği olmayacak, aşık olamayacak ve ölemeyecek.
“Teknoloji insan için” cümlesi “İnsan Teknoloji için” cümlesine evrilmiş durumda. İnsanın ürettiği teknoloji şimdi yeni bir insanı “İnsan 2.0’ı” üretmeye hazırlanıyor. Üstelik yeni dijital dünya için gereken enerji, önce bizden sonra bu yeni insandan sağlanacak.
Tüm bunlara tuhaf bir şekilde alıştık. Alışmaya devam ediyoruz. Çok yakında “arttırılmış sanal gerçeklik” kavramı ile tatile bile evden çıkmadan gidebileceğiz. Üstelik, nesnelerin interneti ile her şeyin yapay zekaya bağlanması, internetten alışverişler, aklımızı alan telefonlar, evden iş, evden okul, evden sinema, hoşumuza da gidiyor gibi.
Aristo, 2400 yıl öncesinden şöyle söylemiş: “Köleliğin en kötü yanı, sonunda kölelerin de ondan hoşlanmaya başlamasıdır.”
Tüm bunlar size abartılı mı geldi?
Bana “HES kodunuzu” söyler misiniz?