Devlet, toplumsal kardeşlik adına defalarca fedakarlıklarda bulunmuş; terör örgütleriyle mücadelede adımlar atarken toplumsal birliği sağlamak için çözüm süreçleri gibi girişimlerde de bulunmuştur. Ancak her seferinde CHP, bugünkü DEM ve diğer bazı partilerin bu süreçleri sabote ettiği görülmüştür. Gelin, bunca sorunun asıl kaynağına inip çözüm yöntemlerini anlatalım.

Devlet Bahçeli’nin Meclis’te yaptığı “Terörist başı Öcalan, DEM grubunda konuşsun, örgütün lağvedildiğini ilan etsin” çıkışı, DEM Partisi’nin ve terör örgütü PKK’nın toplumsal kardeşlik ile Kürtlerin hakları konusunda samimiyetten uzak olduğunu gözler önüne sermiştir. Aynı zamanda, başta terörist Öcalan olmak üzere, ne PKK ne de DEM Partisi kendi inisiyatifleriyle hareket edemediklerini; Kürtlerin haklarını savunmaktan ziyade, Amerika ve Batılı ülkelerin çıkarları için varlık gösterdiklerini göstermektedir. Yani bir taşla onlarca kuş vurdu desek yeridir.

Ancak CHP’nin lider kadrosunun yaptığı “el arttırma” çıkışı ve sonrasında gelen “bayraklar” ifadesi, toplumu daha da kutuplaştırarak tehlikeye atacak bir söylem olarak gündemde yerini almıştır.

CHP’nin Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in gözaltına alınması, CHP ve DEM Partisi gibi grupların İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünde protestolar düzenlemesine yol açmış ve bu olay, CHP’nin çeşitli siyasi gruplarla dayanışma içine girmesi üzerinden terörle mücadeledeki tavrını sorgulatmıştır. CHP’nin bu tutumu, aslında bizi hiç şaşırtmamaktadır. Kendileri, Hakkâri mitinginde ve parti merkezinde bayrağımızı kaldırma ve belediyelere teröristleri istihdam etme konularında bir hayli tecrübelidirler.

Yani özetle: Hükümet, Apo’yu kullanarak PKK’yı bitirmek isterken, CHP ise PKK’yı kullanarak hükümeti düşürmek istiyor. CHP’nin kökeninde, İttihat ve Terakki döneminde kalma Müslüman kimliğiyle çatışan, batı merkezli ve yerel değerlerle uyumsuz bir politika benimseme eğilimi vardır. Bu eğilim, Cumhuriyet’in ilanı öncesi Taşnaklarla yapılan ittifaklardan, 1990’larda HDP benzeri siyasi yapıların Meclis’e sokulmasına kadar ülkenin istikrarını sarsan bir çizgiye evrilmiştir. Kürt vatandaşlarımızın oylarını kazanma adına PKK destekçilerine verilen bu alan, Türkiye’nin milli birliğine zarar vermiştir. Bugün de benzer şekilde, millî değerlere karşı geliştirilen söylemlerle toplumdabölünmeler körüklenmektedir.

CHP’nin bu süreçlerdeki tutumu ise çok daha geçmişe dayanan bir zihniyetin devamı niteliğindedir. CHP, tek parti iktidarında Kürt vatandaşlarımızı yok sayarak ve onların kimliklerini inkâr eden politikalarla toplumsal yaralar açmıştır. Bu yaralar, Kürt toplumunun devlete olan bağlılığını zedelerken, ayrılıkçı örgütlerin de istismar ettiği bir zemin oluşturmuştur. Günümüzde PKK gibi terör örgütlerinin varlığını besleyen temel faktörlerden biri haline gelmiştir.

Örneğin, 1930’lu yıllarda hazırlanan Kürt Raporu’nda, Kürt dili “bilinmeyen dil” olarak kaydedilmiş, Kürtçe konuşanlara kelime başına para cezası kesilmiştir. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü ise “Bu ülkede sadece Türk etnik ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir” diyerek farklı kimlikleri inkâr etmiştir. Genel Sekreter Recep Peker de “Ulusal topluluğun tek bir etnik kökeni vardır; o da Türklüktür” diyerek bu politikayı bir adım öteye taşımıştır. Darbenin lideriCemal Gürsel'in ilk unutulmaz söylemlerinden biri de "Kim ben Kürd'üm derse suratına tükürün" olmuştur.

CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler’in “Türk ulusuyla Kürt milliyeti eşit olamaz” sözleri ve geçmişten bu yana mahkemelerde Kürtçe konuşan vatandaşlarımızın dillerinin “bilinmeyen dil” olarak kaydedilmesi, bu zihniyetin yansımasıdır. CHP’nin bu tek parti dönemi uygulamaları, günümüzde hâlâ anlatılamadığı için DEM ve CHP ittifakının bölgeden oy alması şaşırtıcıdır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti döneminde uyguladığı politikalar, Türkiye’nin toplumsal yapısında derin yaralar açmıştır. Bu durum bilindiği halde, DEM ile CHP arasında bir ittifakın olması, iki partinin de Kürtlerin hakları için değil, kendi şahsi çıkarları için bir arada olduklarının ispatıdır.

Bizim eleştirimiz, CHP’nin tek partili rejimde Kürtlere yapılan zulmü tam anlamıyla bölge halkına anlatamamamızdır. Özellikle AK Parti hükümetleriyle yapılan reformlar ve bölgeye götürülen hizmetlerin ötesinde, kendi anadillerini konuşmaktan OHAL’in kaldırılmasına kadar yüzlerce icraatı yeterince ifade edemiyoruz.

Evet, Kürtler geçmişte bazı zulümlere uğradı; ama bu acıyı yalnızca onlar yaşamadı. Yani CHP’nin ayrıştırıcı politikaları yalnızca Kürt vatandaşlarımıza yönelik değildir; Rize’de şapka giymedi diye bombalar patlatılmadı mı? Aydın’da, Konya’da, Yozgat’ta Türkiye’nin dört bir köşesinde suçsuz yere insanlar asılmadı mı? Ankara Tandoğan’a köylüler sokulmazken, insanlara asker ve çiftçilikten başka bir role layık görülmedi. “Bir sağdan bir soldan” diyerek nice ailelerin gencecik evlatları toprağa düşmedi mi? Hangimiz acı çekmedik ki? Ancak bu acıları yaşayanlardan hangisi devlete isyan etti? Hangisi “hak verilmedi” diye dağa çıktı, asker ya da polis öldürdü? Bunu yapanlar, Batı’nın oyununa gelip ırkçılık fitnesine kapılanlardır.

CHP, Cemil Meriç’in dediği gibi “İnsan kökleriyle insandır. Köklerini kaybeden bir toplum, önce insanlığını kaybeder.” sözünde olduğu gibi, Batılı değerleri alıp ülkemizin köklü kültürel ve dini değerlerini göz ardı eden bir politika benimsemiştir. Bu durum, toplumda köklere bağlılık hissini zayıflatmış, insanlar arasında derin bir yabancılaşmaya neden olmuş; bu da toplumsal çatışmalara zemin hazırlamıştır.

Eğitimde, kültürde ve devlet kurumlarında Batılılaşmayı hedefleyen projeler, toplumu köklerinden koparırken halkın kimliğini erozyona uğratmıştır. Allahu Ekber diyerek savaşan bir millete 1928’de İslam’ın resmi din olmaktan çıkarılması gibi adımlarla toplum, İslam’dan uzaklaşıp kendi milletine düşman olan kişiler yetiştirmiştir. Bu durum, milletimizin değerleriyle ters düşerek ruhsal ve kültürel dengesini sarstı. Bu kopuş, bugünkü toplumsal sorunların temelini oluşturuyor. Mesela her gün ekranlarda duyduğumuz korkunç olaylar karşısında refleksel olarak “keşke şeriat olsaydı” gibi söylemler gündeme geliyor; çünkü insanlar, suç işleyenlerin gerçekten caydırıcı cezalar almalarını istiyor.

İşte insanlığın iki dünyasını da kurtaracak olan, bugün kardeşliğimizi pekiştirip bizi tek bir yumruk haline getirecek olan şey de İslam’ın ta kendisidir. Yaşanan olaylar ve toplumun içinde bulunduğu durum, etrafımızın ateş çemberine dönüştüğü bir ortamda Osmanlı’da olduğu gibi insanlara ırkları üzerinden değil, aynı dava üzerinden bakabilme becerisini kazandırmak zorundayız. Eskiden insanlar Müslüm, gayri Müslüm diye ayrılırken, bugün binlerce kökenden binlerce ideolojik hurafelerden ayrılma noktaları çıkartıyoruz. Yine Cemil Meriç’in dediği gibi: “Kur'an hem bir ibadet kitabı hem bir anayasa; muhatabı bütün insanlıktır.”

Bugün Kürt sorunu adı altında ortaya atılan mesele ise aslında sahte bir sorundur. Bu topraklarda yaşayan Kürtler ile Türkler arasında tarih boyunca bir fark olmamış, İslam sayesinde aynı kültürel ve dini değerlere sahip olmanın getirdiği bir kardeşlik bağı korunmuştur. Toplumun temelini oluşturan bu kardeşlik, İslam’ın kuşatıcı ve birleştirici özelliği sayesinde güçlenmiştir. Bu nedenle, gerçek barış ancak Türk ve Kürt vatandaşlarımızın İslam çatısı altında kardeşlik bilinciyle bir araya gelmesiyle sağlanabilir. “İnsanlar topluluğunu kaynaştıran olaylarda iman söz konusudur” (Cemil Meriç).

Bu noktada tarih bize değerli dersler sunmaktadır. Örneğin, Yavuz Sultan Selim ile Bitlisli İdris’in kardeşçe birlik olup Şah İsmail’e karşı verdikleri mücadele, birlikten nasıl güç doğduğunu gözler önüne sermektedir. Aynı şekilde Sultan Kılıçarslan ve Selahaddin Eyyubi’nin Bizans’a karşı mücadelesi de tekrar tekrar anlatılmalıdır. Bu topraklarda bir olduğumuzda, zalimin zulmünü bitirip hakikati dünyaya hâkim kılmak mümkün olmuştur; dolayısıyla bugün de birlik ve beraberlik içinde hareket ederek ülkemizin bekasını sağlamamız gerekmektedir.

Olaylara tarihsel perspektiften bakmalıyız. Özellikle II. Abdülhamid’in bölgede uyguladığı yöntemleri yeniden hayata geçirmeliyiz. II. Abdülhamid, Hamidiye Alaylarını kurarak Güneydoğu’daki aşiretlerin başına bölgeden seçilen kişileri getirerek devlete bağlılıklarını artırmış ve ayrılıkçı hareketlerin önünü kesmiştir.

Hamidiye Alayları, sadece bölgenin güvenliğini sağlamakla kalmamış, aynı zamanda Osmanlı’nın farklı bölgelerinde de görev alarak ülkenin bütünlüğüne katkı sağlamıştır. Bölgedeki aşiret reislerine o bölgede geçerli paşalık unvanı verilmesiyle aşiretlerin devlete bağlılığı sağlanmış ve devlet otoritesi halk arasında iletilmiştir.

Ancak, İttihat ve Terakki yönetiminin Hamidiye Alaylarını kaldırmasıyla bölgedeki dengeler bozulmuş, Ermeni çetelerinin Müslüman halka yönelik saldırıları karşısında halk savunmasız kalmıştır. Bugün de benzer bir yaklaşım geliştirilmelidir. Bölgedeki kanaat önderleri, âlimler ve aşiret liderleri üzerinden toplumsal barış için bir seferberlik başlatılabilir. Hamidiye Alaylarına benzer yapılar kurarak, bölgedeki halkın devlete olan güveni güçlendirilebilir. Devlet, Osmanlı’nın izlediği gibi, kendi kimliğini koruyan ancak merkezi otoriteye sadık bir toplum modeliyle toplumsal birliği sağlayabilir.

Ancak, bu süreçte 2015 yılında bazı gazetecilerin televizyona çıkıp Türk Bayrağı’nın isminin değişmesi gerektiğini öne sürdüklerini gördük. Bu kişiler, “Kürtleri savunalım” derken ya da belli bir kesimin haklarını ön plana çıkarmaya çalışırken, Türk halkının değerlerini hiçe sayarak Türkleri üzecek hatta kızdıracak söylemlerde bulundular. Toplumda kardeşliği konuşurken, Türklerin değerlerini hafife alacak ifadelere kesinlikle yer verilmemelidir. Bu söylemler yalnızca toplumda bölünmeyi artırır ve birliği zayıflatır.

Özetle, Türkiye’nin toplumsal barışını tehdit eden unsurlara karşı tarihimizden dersler alarak hareket etmeliyiz. Modern çağın gereklilikleriyle birlikte, geçmişteki birleştirici ve kuşatıcı yönetim anlayışını yeniden canlandırmalıyız. Türkiye’nin asıl gücü, Türk ve Kürt kardeşlerimizin aynı çatı altında, İslam’ın birleştirici ruhuyla bir arada olmasıdır. Bunun sağlanması, Türkiye’nin gelecekteki istikrarı ve birliği için kaçınılmazdır.