Sosyal medyada sıkça dolaşan “Beni Türk hekimlerine emanet edin” ifadesi aslında Atatürk’e ait değil. Bu söz, hastalığını teşhis edemeyen ve yanlış tedavi yöntemleri uygulayan Türk doktorlarını savunmak için sonradan uydurulmuş.
Zaten günümüzde, okullarda ve iş yerlerinde Atatürk’e ait olduğu iddia edilen birçok ifadenin de ona ait olmadığını artık biliyoruz.
‘’Köylü milletin efendisidir.’’ ( Kanuni Sultan Süleyman )
‘’Adalet mülkün temelidir.’’ ( Hz. Ömer )
‘’İstikbal göklerdedir.’’ ( Benito Mussolini’ye aittir. Dönemin gazetelerinde de bu söz geçmiştir. )
‘’En hakiki mürşit ilimdir.’’ ( Hz. Ali )
‘’Ya istiklal ya ölüm !’’ (Kazım Karabekir’e aittir kendi yazılarında geçmektedir.)
Atatürk’ün tedavi sürecinde altı yabancı doktor görev alıyordu ve onların daha gerçekçi bir yaklaşım sergiledikleri biliniyor. Fakat şu da bir gerçek ki Atatürk’ün sağlık durumuyla ilgilenen doktorlardan biri olan Prof. Hans Eppinger ve ismini biz 2. Dünya savaşında çok sık duyacağız. Nazi Almanyası’nda toplama kamplarında insanlık dışı deneyler yapmasıyla bilinen bir doktordu. Özellikle Dachau toplama kampında deniz suyu içmeye zorlanan tutsaklara yaptığı işkencelerle tanınır.
Bu nedenle, Eppinger’in varlığı Atatürk’e zarar vermiş olabileceğine dair endişeler yaratmıştır.
Atatürk, tedavisinden memnun değildi; geciken teşhisler ve yanlış değerlendirmeler nedeniyle rahatsızdı. Bu konudaki eleştirilerini kendi el yazısıyla not almış, ancak bu notlar Türk Tarih Kurumu tarafından sansürlenmişti.
Artık bu sansürsüz metinlere kolayca ulaşabiliyoruz. Atatürk, doktorlarının iş birliğiyle otopsi bile yapılmadan, “alkole bağlı karaciğer sirozu” teşhisiyle vefat etti. Ölüm saati konusunda belirsizlik sürüyor; resmi saat dokuz beş olsa da gerçek ölüm anı farklı olabilir.
Ayrıca, yıllarca “kutsal kan” olarak adlandırılıp kan tahlili bile yapılmayan Atatürk’ün tedavi süreci, bugün aydınlanmaya başlayan başka eksiklerle dolu.
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın 30 Haziran 1938'de, yani Atatürk'ün ölümünden 4,5 ay önce İsmet İnönü'ye gönderdiği yazı. Kaya, yazıda "Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım" diyor. Kaya'nın Atatürk'ün tedavisiyle ilgili normal bir bilgilendirme metniymiş gibi görünen yazısı birkaç cümle sonra farklı bir boyut alıyor:
"Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hasıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim."
Şimdi soru şu:
Atatürk zehirlendi mi?
Kim neden zehirledi?
Onu zehirleyen yapı kişi veya kişiler hala parti olarak yada kurumlarda aktif mi?
Cumhurbaşkanımızın “Gazi’nin ömrü ve sağlığı ülkeyi on yıl daha yönetmeye el verseydi, Türkiye 2. Dünya Savaşı sonrası çok daha farklı bir konumda olurdu” şeklindeki değerlendirmesi bu süreci daha dikkatli ele almamız gerektiğini gösteriyor.
Bugün resmi tarih savunucuları ve Kemalizmi savunanların bize nasıl bir maske sunduğunu anlamamız gerekiyor. Özellikle 1935’ten 1948’e kadar olan süreç çok iyi araştırılmalı.
Cumhurbaşkanımızın “Bir fani olarak Atatürk’ün yaptıklarını ya da yapamadıklarını objektif bir şekilde tartışmak tarihçilerin işidir” sözü de tam olarak bu noktaya işaret ediyor.
Bu millet, Mustafa Kemal’i maske olarak kullanarak çıkar sağlayan, terör örgütleriyle iş birliği yapıp kendi çıkarlarına Gazi’yi kullananlardan kurtulmak istiyor.
Örneğin,
yedi yıl boyunca görevde olup yalnızca altmış gün işe gelen ve buna rağmen koltuğunda oturan
ya da karısını dövüp ertesi gün Atatürk süveteri giyerek kendini masum gösterenler…
“Ben Mustafa Kemal’in milletvekiliyim” diyerek güç elde etmeye çalışan, rezidanslara yerleşip bunu bir imtiyaz haline getiren ya da terör örgütleriyle ilişki kurarak kendilerini “Mustafa Kemal’in askerleri” olarak lanse edenler artık bu milletin gözünde inandırıcılığını kaybetti.
Tarihi çarpıtarak gençlerimizi ideolojik hurafelerle zehirleyen, Mustafa Kemal’i insanüstü bir figür olarak yansıtarak gerçekleri görmezden gelen zihniyetin eğitim sistemimizden temizlenmesi gerekiyor. Tarihi, ideolojik baskılar olmadan özgürce tartışabilmeli, kanıtlarla konuşmalıyız. İşte ancak bu şekilde, toplumumuzdaki ayrışmaları ve tarihsel meseleleri daha sağlıklı bir zemine oturtabiliriz.
Kendisi gibi düşünmeyeni hain ilan eden,ispatlanmış tarihi gerçeklere bile tahammül edemeyen kisiler planlı yada gafilce bu toprakların islamla yoğrulmuş evlatlarına haksızlık ediyor. İşte tam da bu sebeple artık resmi tarihin paralı tarihçi görünümlü dinazorları joelistleri değil, belgelerle konuşan tarihçilerin konuşma zamanı.
Mustafa Kemal’in vefatının ardından devreye giren bir yapı, sadece onun ölümüne yol açmakla kalmadı, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetimini ele geçirme amacını güttü mü? Bugün ise Mustafa Kemal’in mirası üzerinden toplumumuzda ayrımcılığı körükleyerek, yeni bir siyaset ve ordu düzeni kurmak, Türkiye’yi Siyonizm’in esiri haline getirmek mi hedefleniyor? Bilmiyorum sadece soruyorum?
Türkiye’nin tarihi, zengin bir kültür mirası ve kardeşlik ruhuyla yoğrulmuştur. Millet olarak geçmişimizde birçok zorluğu birlikte aşmış, dayanışma ve birlik ruhuyla her dönemde güçlenmiş bir toplumuz. Tarihi olayları değerlendirirken, farklı görüşlerin ve eleştirilerin doğal olduğunu, bu çeşitliliğin toplumumuzun zenginliğini oluşturduğunu unutmamalıyız.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün mirası da sadece bir kesimin değil, tüm milletin ortak değeri olarak korunmalı ve yaşatılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, birlik içinde güçlü olan bir millet, her türlü zorluğu aşabilir ve daha aydınlık yarınlara ulaşabilir.