Bir çok suçtan aranan ve haberlere konu olan bir adam, sonunda yakalanıp müebbet hapse mahkum edilir. Hapse atıldığında, iki küçük oğlu vardır. Bunlar büyüdüğünde, biri babası gibi suçlar işleyip hapse düşer. Diğeri tam tersi istikamette ilerler ve zorluklar içinde eğitimine devam ederken aynı zamanda çalışarak kısa sürede başarılı bir üst düzey yönetici olur. Ünlü bir firmanın CEO’luğunu yapmaya başlayınca, bu durum hikayenin geçmişini bilen bir gazetecinin dikkatini çeker. Konuyu gazetesinde yayınlanacak bir röportaja dönüştürmeye karar verir. Hapishaneye giderek şöyle sorar: Neden bu sonuç? Hapisteki cevap verir: Babamı tanıyorsunuz.. Aynı soruyu CEO ya sorduğunda da aynı cevabı alır: Babamı tanıyorsunuz.
“İnsanlar ikiye ayrılır” diyerek başlayan bir çok cümle duymuşsunuzdur. Böyle başlayan cümlelerden benim en sevdiğim, “İyi insanlar ve Kötü insanlar” şeklinde biten cümledir. Hangi millet iyidir sorusuna verilen “Her milletin iyisi iyidir” cevabından daha iyi bir cevap olmadığı kanaatindeyim. Fakat bu yazımızın konusuna uygun olan cümle şöyle bitiyor: “Saydıcılar ve Rağmenciler”
Bazı insanlar başarısızlıklarına bir kılıf ararlar ve o olsaydı bu olmasaydı, şansım olsaydı, babam fakir olmasaydı, ya da dayım olsaydı, bir torpilim olsaydı gibi mazeretler beyan ederler. Bahsettiğimiz bu tür insanlar, saydıcılardır. İmkanları çoğu zaman saydıcılar kadar bile olmayan bazı insanlar ise buna rağmen pes etmezler, çalışmaktan vaz geçmezler, tüm zorluklara rağmen engelleri aşmaya çalışırlar. Bunlar rağmencilerdir.
Yazımızın başındaki öykü gerçek midir bilinmez fakat hapisteki karakterin saydıcı bir karakter olduğu, diğer kardeşin rağmenci olduğu aşikar. Kendimiz de dahil yakın çevremizdeki tanıdıklarımızı bir düşünelim. Kimlerin saydıcı, kimlerin rağmenci olduklarını kısa bir değerlendirme sonucunda belirleyebiliriz.
Kamuoyunda daha çok rağmenciler gündeme gelir. Onların sayısı saydıcılardan genelde daha azdır ve her şeye rağmen başarmaları ve sıradışı bir hikayeye sahip olmaları bir çoğunu gündeme taşır. Aslında çoğu zaman rağmencilerden daha çok imkana sahip olduğu halde saydıcılık tuzağına düşmüş insanların sayısı çok fazladır. Fakat bir iz bırakamadan bu dünyadan göçüp giderler.
Elbette hem günümüzde hem tarihimizde bizim rağmenci olarak örnek verebileceğimiz ve kendileri ile gurur duyduğumuz yüzlerce, değerli bilim insanlarımız, akademisyenlerimiz, sanatçılarımız ve edebiyatçılarımız var. Ben bu yazımızda biri bilim adamı diğeri edebiyatçı olmak üzere iki güzel örneğe yer vermek istiyorum.
Bilim İnsanı olan rağmencimiz 1946 yılında Mardin’in Savur ilçesinde dünyaya gelir. Okuma yazma bilmeyen anne ve babanın sekiz çocuğunun yedincisidir. İlk ve orta eğitimini Savur’da, liseyi Mardin’de tamamlar. 1963’te girdiği İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini birincilikle bitirir. Tıp eğitiminin ikinci yılında aldığı biyokimya derslerinden etkilenir ve bu alanda araştırmacı olmaya karar verir. Okulu bitirince TÜBİTAK bursuyla gittiği Amerika Birleşik Devletleri’nde birkaç yıl biyokimya eğitimi alır. Tıp ve temel bilimler alanında henüz bilinmeyenleri keşfetmek ister ve bunun için kırk yıl boyunca DNA ile ilgili sorulara yanıt arar. Mevcut araştırma yöntemleri yetersiz kaldığında yeni, özgün yöntemler geliştirir. Sonunda kanser tedavisi sırasında zarar gören DNA moleküllerinin nasıl onarıldığını gösterir ve bu çalışmaları ona 2015 yılı Nobel Kimya Ödülü’nü kazandırır.
Anlaşıldığı üzere bu çok değerli bilim insanımız Prof. Dr. Aziz SANCAR’dır. Kendisi bir röportajında zeki olmaya değil, çalışmaya inandığını ve öğrenciliğinde ve araştırma yaptığı dönemde günde 18 saat çalıştığını belirtiyor. Okuma yazma bilmeyen anne ve babanın sekiz çocuğundan yedincisi olduğunu söylüyor ve köy çocuğu olduğunun altını çiziyor. “Mazeret üretmeyin, çalışın” diyerek gençleri ülkesine faydalı olmaya davet ediyor.
Edebiyatçı rağmencimiz 1899 yılında İstanbul’da doğar. Üç yaşında babasını kaybedince maddi sıkıntılarla büyür. Sıska ve çelimsiz bir çocuktur. 9 yaşında geçirdiği bir hastalık nedeni ile sol kolu sakat kalır. Annesi devrin Milli Eğitim Bakanına kadar gidip yardım istemesine rağmen kabul görmez ve maddi sıkıntılar nedeni ile kayıt olduğu halde Vefa lisesinde okuyamaz. Para kazanma ihtiyacı ile bir süre annesinin yaptığı kurabiyeleri satar fakat yeterli gelmez. Okula gidemeyen bu çocuk bir sözlük yardımı ile Fransızca öğrenir ve 15 yaşında Fransızcadan çeviriler yapmaya başlar. Kendi kendine öğrendiği bu Fransızca ile ileride mükemmel bir Fransızca Grameri kitabı yazar.19 yaşında Yirminci Asır adlı bir dergi çıkarır ve 22 yaşında ilk romanı yayınlanır. 40 yaşına girmeden Türk Edebiyatının en önemli isimlerinden biri olur. Fikri, edebi, siyasi binlerce yazısı yayınlanır. Hiç birisini yeterli bulmaz ve hep daha iyisini yazmak hedefi ile kendisini farklı konularda devamlı geliştirir.
Yalnızız, Fatih Harbiye ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu gibi edebiyatımızda onu zirveye taşıyan eserlerin sahibi bu çok değerli edebiyatçımız Peyami SAFA’dır. Maddi zorluklardan okuyamadı fakat çalışma, kararlılık ve irade gücü ile milyonlarca insanın okuduğu bir yazar oldu. Üstelik Türkçeyi çok iyi kullanan, en çok kelime haznesi ile yazan yazarımızdır.
Burada Şair İbrahim Tenekeci’nin “ İnsan bir makine olsaydı ne üretirdi? Mazeret” sözü akla geliyor. Uzmanlar mazeret üretmeyi bir düşünce hastalığı olarak kabul ediyorlar. Kendini aklamak, hep başkalarını suçlamak şeklinde bir takıntıya dönüşme riski olan bir hastalık bu.
Sanıyorum bu durum hepimize çok tanıdık gelecektir. Elbette herkesin bir Aziz Sancar bir Peyami Safa olmasını bekleyemeyiz. Fakat kendimize, çocuklarımıza, çevremize ve ülkemize bir bakalım. Göreceğimiz şey, maalesef çoğumuzun saydıcı olduğudur. Çünkü yapamayacaklarımıza odaklanmaktan yapabileceğimiz şeyleri bile yapamıyoruz.
Fakat haksız da sayılmayız.
Zaman değişti. Şartlar artık çok zorlaştı. Geçim sıkıntısı had safhada. Ülkemiz çok geride kaldı. Bir aşı bile üretemiyoruz. Çocuklarımızı internete kaptırdık. Saygı da, vefa da kalmadı. İnsanlar çıkarcı ve güvenilmez oldular.
Bu ülkede yaşanmaz artık!
Hem biz tek başımıza neyi düzeltebiliriz ki?