Başlıkta kullanmasam olmazdı. Adalı Sait Faik söylemi hemen her okurun, her edebiyatseverin kulağına hoş gelir, hoş gelmiştir. Biz Adapazarlılar içinse ayrı bir önemi var. Hemşeriyiz bir kere…  Bilindiği üzere hem Adapazarlı hem de Burgazadalıdır Sait Faik.

Sait Faik’in hayatında ve hikâyelerinde Burgazada önemli bir yer tutar. İstanbul’un önemli özelliklerinin arasında güzelliği ve kalabalığı günümüzde biraz öne çıkar. Bunun yanında çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Tarih boyunca da çeşitli inanç, fikir ve kültürlerin bir arada yaşayabildiği kadim bir şehir olarak birçok edebi esere ilham kaynağı olmuş, mekân vazifesi görmüştür. Sait Faik’in gözlem yeteneğinin ve hayal dünyasının bu denli kuvvetli oluşunda kendine has bir yeteneğinin olması yanında bu büyük şehrin payı azımsanamaz, ama Adapazarı’nın yeri de ayrıdır. Kaleme aldığı birçok hikâyede bu detayları rahatlıkla görüyoruz.

Yalnızlığın adamı Sait Faik Adapazarı’nda geçirdiği çocukluk yılları sonrasında geldiği İstanbul’a ve İstanbul insanına hep uzaktan bakmayı yeğlemiş, Burgazada’da münzevi bir yaşamı tercih etmiştir. Onun artık kendine ait bir dünyası vardır. Yaşadığı dünyayı okurlarına hikâyeleriyle aktarır.

Türkçeyi son damlasına kadar kullanışına, akıcı ve sade diline hayran olmayanımız yok gibidir. Kusursuz gözlem ve hayal yeteneği de eklendiğinde karşımıza vefatının üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen halen çok okunan bir hikâyeci çıkıyor. İşte bu minvalde vefatından kısa bir süre önce kaleme aldığı ve yirmi üç kısa hikâyeden oluşan “Havuz Başı” adlı eserinden kısaca bahsetmek isterim.

Az önce belirttiğim gibi Sait Faik bu eserini ölümünden kısa süre önce kaleme almıştır. Öyle ki, ölümcül hastalığını “Cezayir Mahallesi” adlı hikâyesinde;

“Kör olası! Benim de karaciğerim hasta… “ cümlesiyle yine ustaca işlemiştir.

Eserde bir hikâye daha dikkatimi çekiyor bir Adapazarlı olarak. “Su Basması” adlı hikâyeyi yerel ağız kullanan bir köylüden dinliyoruz. Anlatıcı yöre halkının yaşadığı coğrafyayı, Sakarya Nehri’ni ve karşılaştığı zorlukları anlatırken gayet saf ve samimi bir dil kullanmıştır.

“Ben halıma şükrederim. Bir ana bir oğula Sakari’nin şu kıyısında üç evlek bir bahçeyle, bir kümes, sekiz tavuk ve karışım kalınlığında bir pazur çoktur bile...” cümleleri ile yöre halkının yaşamından kesitler sunmasının yanında, doğup büyüdüğü yer olan Adapazarı’na da bir nevi vefa borcunu öder gibidir. Zaten bilindiği üzere Sait Faik’in özellikle çocukluk dönemi Adapazarı’nda geçmiştir. Dolayısıyla diğer eserlerinde de Adapazarı yaşamından, Adapazarı insanından izler bulunur.

Daha çok durum hikâyelerinde ustalaşan Sait Faik’in yine müthiş gözlem ve hayal gücünü sergilediği bir hikâyesi de “Serseri Çocukla Köpek” adlı hikâyedir. Beyoğlu’ndan Galata Rıhtımına inen bir yokuşta kendini bulduğu bu hikâyede yazar, hayatında önemli yer tutan iki şeyi anlatının ortasına yerleştirmiştir. Biri çocuk diğeri hayvan sevgisi… Çocuk ruhludur Sait Faik. Her insanın, her yazarın duyduğu çocukluk özlemi onda zirve yapmıştır adeta.

Kitaba ismini veren “Havuz Başı” adlı hikâyede anlatıcı bu özlemi, yan kanepede oturan karı kocanın sevinç dolu, cıvıl cıvıl diyalogları üzerinden yansıtır.

“Elli yaşında adam, ellisine yakın kadın, fıskiyeler, toplar… Onlar benden de çocuk.” cümleleri beklediği kadının gelmemesinden bunalmış anlatıcının ruh halinin değişimini ifade eden bir mutluluk ve teselli tablosu çizmektedir.

Sait Faik “Havuz Başı” adlı hikâyede geleneksellikle modernizm arasında bir köprü kurarken aynı zamanda aralarındaki farkları da ortaya koyma derdindedir. Dertlidir Sait Faik. Derdini hikâyesine ilmek ilmek işlemiştir. Hikâyede Sait Faik’in okura vermek istediği ana mesajlardan biri de büyük şehirlerin getirdiği karmaşadır. Aynı zamanda da bu karmaşanın getirdiği kalabalık ve zor hayat şartları yüzünden insanların yüzleştiği birbirini duyumsamama sorunudur. Bu bağlamda anlatıcı kendini yan kanepeye oturunca kendisine selâm veren Murtaza Çavuş’u ilkten görmezden gelişini modern toplumda görülen bu bozulmanın bir sonucu olarak yansıtır.

Yine hikâyeye mekân olan havuz gelişi güzel seçilmemiştir. Anlatıcı yan kanepede oturan karı kocaya havuz hakkında bilgi verirken havuzu besleyenin doğal bir pınar olmadığına vurgu yapar. Pınarı saf ve doğal oluşlarına hayran kaldığı, bozulmamış, geleneksel bir yaşamın temsilcisi gördüğü karı kocayla özdeşleştirir. Havuz hakkında verdiği diğer detaylarla da modernizmin getirdiği yaşam koşulları sebebiyle, kendisinin de mecburen dâhil olduğu büyük şehirdeki yapaylığa dikkat çeker. Onların yaşadığı saf duygular anlatıcının içinde kıvrandığı buhrana âdeta bir nefes olur. Yan kanepedeki çifte baktığı sırada “Seni görememenin sıkıntısı dağılıyor, seviniyorum.” sözleriyle de bunu açıkça dile getirir.  

Yalnızlığın beslediği yazardır Sait Faik. Çoğunlukla yalnız kalıp insanları, hayvanları, doğayı ve olayları gözlemler. Olmayanları da hayal eder. Sıradan kişileri alır, hikâyenin başkahramanı olarak takdim eder. Onun malzemesi çoğunlukla büyükşehrin demir dişli çarkları arasında yitip giden, görmezden gelinen karakterlerdir.

Nitekim eserin sonunda dostu Oktay Akbal, naklettiği kısa bir anıda Sait Faik’in usta bir gözlemci olduğunun altını kalın çizgilerle bir kere daha çizer. Bir vapur gezisi esnasında “Anadoluhisarı İskelesi’ne bakıp bir hikâye yazmak gerekse ne olmalı?” sorusunun cevabını basit bulduğunda:

“Ulan! O kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya. İşte asıl hikâye o be…” diyerek arkadaşına tepki verir.

Sait Faik bu kitaptaki hikâyelerinde diyaloglara da yer vermiştir. Kâh bir karakteri alır karşısına sohbet eder, kâh perde arkasına çekilir okuru kurduğu dünyanın orta yerine oturtur, zevkle okurun sohbet tadındaki öykülerine dâhil oluşunu seyreder. Klâsik tarzdaki öykülerin dışında günümüz modern durum öykülerinin temelini de yıllar önce atmıştır Sait Faik. Günümüz okurunu bu yüzden yakalıyor. Harika üslubuyla, bal damlayan Türkçesiyle gelecek nesilleri de yakalayacak, eminim. Okurun eserlerinden haz almasını isteyen büyük bir usta o. Bunda da büyük başarı sağlamış görünüyor.

En verimli çağında hayata veda eden Adalı Sait Faik, geride bıraktığı ölümsüz eserlerle Türk hikâyeciliğinin en başarılı temsilcilerinin başında gelmeye devam ediyor, edecek.

İbrahim GÜREL