“En iyi 250 film” listesinde 8.2 puanla 120. sırada yer alan, eleştirmenlerce “2004 yılının en iyi filmi” olduğu belirtilen HOTEL RUANDA, bir Afrika ülkesi olan RUANDA’da 1994 yılında, 100 günde, 800.000 insanın katledildiği soykırımı anlatıyor.
Kolonisi olduğu Almanya, 1. Dünya Savaşının kaybedenlerinden olunca bu ülkeyi Belçika’ya devreder. Belçika, perde arkasındaki Fransa ile birlikte, ülkeyi rahat yönetebilmek için çok ilginç bir strateji uygular ve yerli halkı “burun deliklerinin genişliği” üzerinden bölmeyi başarır. Burun delikleri daha dar ya da görüntüsü daha düzgün ve boylu poslu olanları TUTSİ olarak, diğerlerini HUTU olarak kayıt altına alıp, bunlara bu isimlerde kimlikler hazırlanır. Yine yüzde 90 çoğunluğa sahip olan ‘HUTU’ları yüzde 10’nu oluşturan ‘TUTSİ’lerin yönetmesi sağlanır. TUTSİ’lerin daha iyi koşullara sahip olmasına ortam hazırlanır. Aralarına türlü nifaklar sokup, birbirleri ile çatıştırırlar. Oysa Tutsiler ve Hutular ortak bir dile, geleneğe, etik geçmişe ve kültüre sahiptirler. Yüzyıllarca birlik içinde yaşamışlardır. Fakat buna rağmen yapay bir ırk ayrımını onlara dayatmayı başarırlar.
RUANDA, güya bağımsızlığına kavuşup seçimler yapılmaya başlayınca da çoğunluk olan Hutuları destekleyip, zamanında Tutsilerin uyguladığı haksızlıkların intikamını almaları konusunda teşvik etmeleri, soykırımın gelişini hızlandırır.
Katliamdan önce Çin’den yüzbinlerce “pala” ithal edilir. (Not: Çin deyince, 3 milyon Doğu Türkistanlının şu anda toplama kamplarında işkence gördüğünü de hatırlatalım.)
Film; “RUANDA SOYKIRIMI”nı, lüks bir otelin, vicdan sahibi ve aynı zamanda bir HUTU (geniş burunlu) olan Otel Müdürü Paul ve bir TUTSİ (dar burunlu) olan eşi Tatiana üzerinden, çarpıcı bir şekilde anlatmayı başarıyor. Ünlü oyuncuları ve etkili bir senaryosu var.
Onlar bunu hep yapıyor. Uzaktan idare ettikleri, sömürdükleri her ülkede yapıyorlar bunu. Azınlığa çoğunluğu yönettirmeyi ve veya akla hayale gelmeyecek sebeplerle halkı bölüp, birbirine kırdırmayı çok iyi başarıyorlar. Birleşmiş Milletler’in, her soykırımda olduğu gibi yine kör ve sağırı oynadığı, müdahale etmek istemeyen Fransa ve ABD’nin baskısı ile raporlara soykırım belgelerinin eklenmediği, yıllar sonra ortaya çıkıyor. Gerçeklerin er-geç ortaya çıkmak gibi bir huyu var elbette. Fakat bizzat ya da susarak milyonlarca insanın katledilmesine sebep olanların gerçekler ortaya çıksa da utanmamak gibi bir huyları da var. Dile kolay 3 Milyon insan ülkesinden sürülüyor, 800 bin insan katlediliyor, sokaklar, caddeler hatta ormanlar cesetle doluyor.
RUANDA’daki soykırımdan hemen sonra Srebrenitsa’da 10.000 insana soykırım uygulanmıştı. (Bosna Savaşında ölü sayısı 110.000). Aliya İzzetbegoviç’in “Bunu hiç unutma evlat! Batı, hiçbir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı; devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.” dediği geliyor aklıma.
Bölecek bir şey bulamayınca burun deliklerinin genişliğini bile kullanabilen bu zekâ, tarih boyunca insanları birbirine düşman edecek sebepler üretmiş. Bunu en çok başardığı konuların başında etnik ayrımcılık geliyor. Çok kullandıkları diğer konu, farklı inançlar. Din ve mezhep farklılıklarını, cemaat farklılıklarını, hatta kültürel farklılıkları -çeşitlilikleri- bile kullanıyorlar. En başarılı oldukları üçüncü alan, “İZM”ler. Cemil Meriç “İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir” diyor. M. Selahattin Şimşek bir vecizesinde, Emperyalizm, Kominizim, Faşizm, Ateizm, Kapitalizm, Nihilizm, Feminizm, Pragmatizm gibi 32 adet ‘İzm’i sıralayarak altına şu muhteşem cümleyi ekliyor:
“Bütün Karanlıklar Aynı Siyahtan Dokunmuştur.”
Yakın tarihimizde, Etnik farklılıklar, mezhep ayrılıkları ve ‘İzm’ ayrılıkları, ülkemizin maddi manevi çok büyük kayıplar vermesine sebep olacak şekilde kullanılmıştır. Böylece Demokrasinin sık sık kesintiye uğratılması da sağlanmıştır. Bu kesintiler, her kesime zarar vermiştir. Çünkü “arı kovanı için iyi olmayan, arı için de iyi olamaz.” (Marcus Aurelius)
Bu arada, soykırıma sebep olan ve göz yuman ülkelerin milletlerini, topyekûn “kötü” addedemeyiz. Hz. Ali, “hangi millet iyidir?” şeklindeki bir soruya “Her milletin, iyisi iyidir” diye cevap veriyor. Üstünlüğü belirleyenin, inancında samimi olmak, iyi insan olmak, güzel ahlak sahibi olmak, kötülükten kaçınmak olduğunu anlatıyor. Albert Einstein ise, “insanlar kaça ayrılır” konusuna şöyle bir yorum getiriyor:
-İnsanları ırk, cinsiyet, milliyet, yaş, statü, renk, din ve dil başta olmak üzere onlarca kategoriye ayırıyorlar. Halbuki olay bu kadar komplike değildir. İnsanlar sadece ikiye ayrılırlar:
İyi insanlar ve kötü insanlar.