“Babam, Mahmut RUMELİ’ ye ithafen…”

Yıl 1940…

Zvijezda Sineması’ nın ahşap koltuklu salonunu tıka basa dolduran meraklı gözler, vizyona yeni giren Rus yapımı filmin başlamasını sabırsızlıkla beklerken; dışarıda kar olanca hızıyla yağmaya devam ediyor; Saraybosna, adeta nazlı bir gelin gibi beyazlara bürünüyordu.

Delikanlı, kalabalık ortamlara girmeyi pek sevmese de, sinemada film izlemekten büyük bir zevk alıyordu.

Çünkü, izlediği her yeni film, bu genç adama, farklı dünyaların kapılarını açarken; zihin dünyasına da büyük bir zenginlik katıyordu.

Biletinde, numarası yazılı olan koltuğa usulca oturup; soğuktan çatlayan ellerini ısıtmaya çalıştı.

Ellerinin üstü, tıpkı gencecik yüreği gibi, yara bere içerisindeydi.

Bosna’ da hava, bu gece bir başka soğuktu. Gerçi Balkanlar’ ın sert kışını bilmeyen yoktu ama, bu geceki soğuk bir başkaydı, sanki...

Hele bir de Igman Dağı’ ndan esen sert rüzgar vardı ki, soğuk havayı adeta buzdan bir tokat gibi insanın yüzüne çarpıyor; solunan oksijeni ciğerlerde donduruyordu.

Zaman ilerledikçe, delikanlı iyice ısınmış, keyfi de yerine gelmişti. Hatta, salonda çalınan bir Ivo Robić şarkısına, eşlik bile etmişti.

Bir ara gözü, salonunun kadife kumaşlarla kaplanmış güney duvarında öylece asılı duran, Rus ressam Vasili Veresçagin’ ın “Zafer” isimli yağlı boya tablosuna takıldı.

Veresçagin, bu eserinde Semerkant’ da bulunan Şîrdâr Medresesi’ ni o kadar güzel tasvir etmişti ki, delikanlı dakikalarca tablodan gözünü alamamış; adeta zamanda bir yolculuğa çıkmıştı.

Salonun, Avedis marka zili aniden çalınca, Boşnak genç birden irkilerek; ayağa fırlamıştı.

Zilden çıkan tiz ses, delikanlıyı ait olduğu zamana geri döndürmeye yetmişti bile...

Utana sıkıla tekrar yerine oturan genç adam, aniden ayağa fırladığı için oldukça mahcup olmuştu. Ak beyaz yüzü, edep fırçasının tek bir darbesiyle adeta kızıla boyanmıştı.

Nihayet beklenen an gelmiş, filmin ilk kareleri beyaz perdeye yansımaya başlamıştı.

Sanki görünmez bir el, salonu tıka basa dolduran heyecanlı kalabalığın ağzına ket vurarak; seyircinin o boğuk uğultusuna son vermişti. Tüm salon heyecan içerisinde beyazperdeye bakıyor, hiç kimseden ses çıkmıyordu.

Filmin hemen başında yer alan bir kaç edep dışı sahne, Boşnak genci biraz rahatsız etse de, bu duruma çok da aldırış etmedi. Çünkü, kararlıydı; bu geceki sinema keyfini hiçbir şeyin bozmasına, asla izin vermeyecekti.

Ama bir tuhaflık vardı, film hiç de beklediği gibi ilerlemiyordu. Filmde alenen İslamiyet ile ilgili olumsuz ifadeler kullanılıyor, Müslümanlar aşağılanıyordu.

Genç adamın morali çok bozulmuş, suratı asılmıştı. Yerinde duramıyor, avazı çıktığı kadar bağırmak; bu duruma isyan etmek istiyordu.

Dikkati iyiden iyiye dağılmış, filmden tamamen kopmuştu.

Patlamaya hazır bir volkan gibi, içten içe kaynıyor; sürekli olarak, babası Mustafa Bey’ in kendisine geçen kış hediye ettiği, Merkur marka cep saatine bakıyordu.

Nitekim, daha fazla dayanamayarak; oturduğu koltuktan ayağa kalkmış, yüksek bir sesle haykırmaya başlamıştı:

“ Hayır! Hayır! Olamaz. Çabuk durdurun bu saçma filmi. Hiç kimse İslamiyet’ i aşağılayamaz. Müslüman biri olarak buna göz yumamam. Bu filmde alenen kutsal değerlerimize hakaretler ediliyor. Müslümanlar çok yanlış tanıtılıyor. Çabuk durdurun bu ahlaksız filmi…”

Genç adamın güçlü sesi, filmin gürültüsünü bastırmış, tavanında altın varak işlemeler olan tarihi sinema salonunu adeta inletmişti.

Tüm salon, büyük bir şaşkınlık içerisinde, olan biteni anlamaya çalışıyor; kadın erkek herkes salonun intizamını bozan bu büyülü sesin sahibini merak ediyordu.

Kargaşayı gören film makinisti, filmi hemen durdurmuş; salonun tüm ışıklarını yakmıştı.

Delikanlı, bir taraftan hakikati haykırmaya devam ederken, diğer taraftan da kendisine müdahale etmeye çalışan görevlilere karşı koymaya çalışıyordu.

Boşnak genç, vahşi bir aslan misali zapt edilemiyor; gazabı çevresine korku salıyordu. Zaten, uzun boylu, atletik yapılı güçlü kuvvetli cesur bir babayiğitti.

Onu salondan çıkaramayacaklarını anlayan sinema çalışanları, hemen polise haber verseler de, tedirgin olan seyirci, salonu çoktan boşaltmaya başlamıştı bile…

Delikanlı daha on beş yaşında olmasına rağmen, annesi Hiba Hanım’ dan aldığı dini tedrîsat nedeniyle, maneviyat hususlarında, son derece hassas bir yapıya sahipti.

Konu, İ’lâ-yi Kelimetullah olduğunda, şimşek mavisi gözleri hiçbir şeyi görmüyor; bir an kendini kaybedebiliyordu...

Polisin, sinema salonuna gelmesiyle, olay daha da büyümüş, suare tamamen iptal edilmişti.

Boşnak genç, dört polisin nezaretinde, apar topar Ciglane’ deki merkez karakoluna götürülmüştü.

Elleri kelepçelenmiş olsa da heybetinden ve asaletinden hiçbir şey eksilmeyen cesur yürekli genç, adeta gözlerinden alevler saçıyordu.

Kelepçelerin soğuk çeliği, bileklerini mosmor etmiş, canı oldukça yanmıştı. Ama bu acıya, aldırış bile etmedi.

Dik duruşu ve kendinden emin tavrı, onu sorgulayan polisleri etkilemeye yetmişti bile...

Komünizmle idare edilen Yugoslavya’ da, devlet görevlileri son derece sert ve katıydı. Delikanlı, otoriter bir ülkede polise bulaşmanın ne demek olduğu çok iyi biliyordu.

Ama yine de, geri adım atmamakta kararlıydı. Kurşuna da dizseler, hak bildiği doğruları korkusuzca savunmaya devam edecekti.

Delikanlı, ne de olsa, bir evlâd-ı fâtihândı ve damarlarında Boşnakların efsanevi komutanı İsa Bey/İsaković’ in asi kanı dolaşıyordu.

Polislerin, kendisine yönelttiği her soruya, kendinden emin bir şekilde cevaplar verdi:

“Evet! Ben yaptım! Sinemada ben bağırdım! Kimse, kutsal değerlerimize hakaret ederek; Müslümanları aşağılayamaz. Ben, Müslüman bir Boşnak olarak İslam’ a hakaret edilmesine göz yumamam. Eğer bir daha böyle bir durumla karşılaşırsam, aynı tepkiyi tekrar gösteririm.”

Polisler, yaşı henüz on beş olan genç bir çocuğun, sergilediği bu ilkeli ve onurlu duruşu şaşkınlık içerisinde izliyor; içten içe ona saygı bile duyuyorlardı.

Ama, ellerinden de bir şey gelmiyordu tabi.

Öfkeli delikanlı, toplumun huzurunu bozarak, yasalara karşı gelmiş; sinemada olay çıkarmıştı.

Zaten, sinemanın ihtiyar sahibi de, yaşanan olaylardan dolayı ondan şikayetçi olmuştu.

Yapacak bir şey yoktu, kanun ne ise o uygulanacaktı.

Polisler, tarafların ifadelerini aldıktan sonra, karakol amirinin odasına geçerek; tutanağı hazırlamaya koyuldular.

Çok geçmeden, polis tutanağının yazıldığı Triumph marka daktilonun tuş sesleri kesilmiş ve istibdat kanunlarının bu yiğit delikanlı hakkında verdiği hüküm açıklanmıştı:

Ve, “ALİYA İZZETBEGOVİÇ” isimli genç adam, tutuklanarak cezaevine konulmuştu.

Lakin, onun başlattığı bu isyan kıvılcımı, ateşe dönüşmüş; kutlu bir muştu gibi ülkenin dört bir yanına ulaşmıştı.

Müslümanlar, bu olayın etkisiyle, filme yönelik tepkilerini açıkça ortaya koymaya başlamışlardı. Protestolar artınca, komünist idare, filmin gösterimini yasaklamak zorunda kalmış; bu kutlu haber bölgedeki tüm Müslümanlar tarafından sevinçle karşılanmıştı.

Aliya, böylelikle ilk savaşını kazanarak, Boşnak Halkı’ nın makûs kaderine ilk büyük dokunuşunu yapmıştı.

Artık, özgürlük meşalesi alev almış, uyuyan dev uyanmıştı…

***

MUDRİ KRALJ…

Asil bir ruhun gölgesi,

İsyana çağırıyordu,

Zinciri kopmuş yürekleri...

Ve sen, Saraybosna’ nın yiğit beyi!

En zor anlarda bile yüzünde beliren tebessüm,

Ölüme bir meydan okumaydı besbelli...

Mütevekkil duruşun, en büyük silahındı,

Azgın düşmanın yüreğine korku salan.

Puslu gecelerini aydınlatacak,

Bir ışıltılı hilaldi yegane özlemin.

Yüreğinin en keskin yerinde, büyüttüğün o isyan ateşi,

Adım adım kuşatırken Bosna Sancağını,

Bir an olsun bırakmadın o kutlu kavgayı...

Bir seher vakti,

Surlarda bekledin gelecek olan o çılgın atlıları...

Tarihin ihtiyar avuçlarında,

Yoğrulmuş o pusatlı atlılar,

Akıncı türkülerinde olduğu gibi,

Ansızın geleceklerdi buna inan.

Yıldızların altında ant içmişlerdi, tek bir ağızdan...

Akın akın düşeceklerdi toprağa, yıldırımlar gibi...

Güneş onların kılıçlarında bir başka parlayacak,

Sancak, en büyük burçta gururla dalgalanacaktı.

Evet, sen bir kraldın, esarete isyan eden!

Merhametin sokaklarda kol gezeceği,

Çocukların özgürce uçurtmalar uçuracağı,

Kuşların bile, bir başka öteceği,

Mahzunlar cennetinin hükümdarıydın.

Sen, bilgelik ülkesinin son kralıydın…

“Ruhun Şad Olsun, Aliya İZZETBEGOVİÇ…”