Değerli Ağabeyim Sadık Yalsızuçanlar vesile olmuştu. Seçil Ofset’in sahibi Hüseyin Salahî Çiloğlu Bey’i aramış ve Ahmed Amîş Efendi’nin kitabını istemiştim. Sadık Bey’in selamını iletince sağolsun, ilgilendi. Birkaç gün sonra kitap elime ulaşmıştı.
Sanırım on yıl öncesiydi. Menâkıplardan oluşan kitabı okuduğumda çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Bendenizi böylesine etkileyen iki muhterem zat vardır. Biri Niyazi Mısrî Hz. diğeri de Ahmed Amîş Efendi’dir.
Fatih Camii son türbedarı Ahmed Amîş Efendi (1807-1920) yılında Tuna Vilayetimize (Bulgaristan) bağlı Tırnova’da doğar. İstanbul’da sırlanır.
*
Ahmed Amîş Efendi; yirmi yaşında iken, Şâbâniyye tarikatının Kuşadaviyye (İbrâhimiyye) kolunun kurucusu Kuşadalı İbrâhim Efendi’nin Tırnova’ya nâib olarak gönderdiği Ömer Halvetî’ye intisap eden Amîş Efendi, 1846’da irşada mezun oldu. Gördüğü bir rüya üzerine mürşidi Ömer Halvetî’nin de izniyle İstanbul’a gitti. Şeyhin önde gelen müridlerinden Üsküdarlı Hoca Ali Efendi, Rifat Efendi, Üsküdar’da Nalçacı Dergâhı Şeyhi Mustafa Enver Bey, Kâşgar hükümeti temsilcisi Fuṣûṣ şârihi Yâkub Han ve Fâtih türbedarı Niğdeli Bekir Efendi ile tasavvufî sohbetlerde bulundu. Bir süre sonra tekrar memleketine döndü. 1877’de Tuna vilâyetinin elden çıkması üzerine Tırnova’yı terketti. İstanbul’a gittiği zaman Fâtih türbedarı Bekir Efendi türbedarlık görevini Ahmed Amîş Efendi’ye devretti. Amîş Efendi bundan sonra “Fâtih türbedarı” unvanıyla tanındı.
1886 yılında Üsküp’te üçüncü devre Melâmî Pîri Seyyid Muhammed Nûrü’l-Arabî ile görüştü. Muhammed Nûrü’l-Arabî kendisine “teberrüken” icâzet verdi. Amîş Efendi, Nûrü’l-Arabî’den sonra zamanın en büyük Melâmîsi olarak tanındı.
Amîş Efendi aslen Şâbâniyye tarikatına mensuptu. Kırk yılı aşan irşad faaliyeti süresince tâliplere Halvetî, nâdir olarak da Nakşibendî icâzetnâmesi verdi. Tarikatların merasim, âdâb ve erkânından uzak kalarak sâlikleri melâmetle irşad etti. Böyle olmasına rağmen müridlerinin bu adı kullanmalarını şiddetle yasaklardı. Kendisinden ders ve inâbe isteğinde bulunanlara tevbe ve istiğfar etmelerini, Kur’ân-ı Kerîm okumalarını söyleyen Amîş Efendi müridlerini halvet, riyâzet gibi bedenî mücadelelerle meşgul etmez, onların mâneviyatını terbiye etmek için kendi teveccühünü yeterli görürdü. “Mücâhedâtın bir kısmını Kuşadalı kaldırdı, mütebâkisini de ben ref‘ettim” demiştir. Ahmed Amîş Efendi’nin müridleri ve yakınları arasında Bursalı Mehmed Tâhir, müderris Babanzâde Ahmed Naim, Ahmed Avni Konuk, Hüseyin Avni Konukman, İsmail Fenni Ertuğrul, Abdülaziz Mecdi Efendi [Tolun] gibi önemli şahsiyetler yer almaktadır. Yaklaşık 113 yaşında, damadı Babanzade Ahmed Naim Bey’in Şehzadebaşı’ndaki evinde 9 Mayıs 1920 tarihinde vefat etti. Cenaze namazını Abdülaziz Mecdi Efendi kıldırdı ve türbedarı olduğu Fâtih Camii hazîresine defnedildi. (TDV- 1989. 2. Cilt, Shf. 43-44)
*
Bulgaristan Romanya sınırını oluşturan Tuna nehri üzerindeki sanayi şehri Rusçuk’ta bir gece konaklayıp en güneye, Yunanistan sınırına yakın Satofça’ya inmeyi planlamıştım. Rusçuk, Satofça yolu kuzeyden güneye Bulgaristanı boydan boya kat etmek demekti. Uzun ve yorucu bir yolculuk olacaktı ama keyifli ve heyecanlıydım. Henüz Türkiye’den yol çıkmadan önce seyahatimi planlarken niyetlenmiştim. Hedefimde, yıllardır ziyaret etmek üzere hayalini kurduğum bir şehir vardı. Tırnova.
*
Varna Havalimanından araç kiralayıp Şumnu’ya doğru yola çıktığımda akşam olmuş güneş batmak üzereydi. Şumnu’da önceden yer ayırttığım otele vardığımda oldukça yorgun olmama rağmen keyif kahvesi içmek için restorana indim. Bu seferki seyahatimde Bulgaristan’ın farklı bölgelerine gidecektim. Yolumu uzatmak pahasına Ahmed Amîş Efendi’nin doğduğu Tırnova şehrini teberrüken ziyaret etmek için sabırsızlanıyordum.
Navigasyonda Tırnova merkezindeki bir mahalle camiini işaretledim. Tamamıyla Bulgar şehrine dönüşmüş Tırnova’nın ara sokaklarından geçip ulaştığım mahalle caminin önüne aracı park ederken onu gördüm. Caminin önündeki bankta güneşin altında öylece oturuyor, boşluğa bakıyordu. Başında örtmesi, üzerinde hırkası ve şalvarlı haliyle tam bir Anadolu kadını hüviyetiyle hiç yabancı gelmemişti bana. Selam verdim. Selamımı aldı.
Berrak bir Türkçe ile nereden geldiğimi sorunca “Türkiye” dedim sadece. Sanki Türkiye’den yola çıkarken Tırnova’da onu ziyaret etmek için yola çıkmış gibi hissettim kendimi. Oturduğu banktan başını çevirip merakla bana bakan yaşlı teyzeye ismini sordum. “Ünzile!” Dedi.
Sonra da hiç ara vermeden fasih bir lisanla içinde ünzile kelimesi geçen Bakara Sûresinin 4. Ayetini Arapça okumaya başladı. “Evladım biz Türk’üz” dedi. Çocukluğunu anlattı bana. Çok yıllar önce her hafta tekkeye gidip zikir yaptıklarını, çocukken medresede Arapça ve Kur’ân öğrendiğini söyledi.
Bir kızı varmış. Bulgarla evlenmiş. Bir müddet sonra damadı istemeyince evden atılmış. Mahalle camiinde yatıp kalkıyormuş. Çok sevdiği torunu da İngiltere’ye taşınınca yapayalnız kalmış.
Caminin karşısındaki bakkaldan yiyecek içecek bir şeyler alıp ikram ettim. Cebine birkaç mangır sıkıştırdım. Elini öpüp gözyaşları içinde Tırnova’dan Gabrova’ya doğru yola çıktım. Ünzile Teyze, Türkiye için dua ederken içimden Ahmed Amîş Efendi’ye de Fatiha gönderdim.
İnsan-ı kâmil Ahmed Amîş Efendi’nin merhamet ve irfan düşüncesine bir örnek: “Taş taş olmuş yere yatmış, onun kaderinde basılmak var. Ama sen, sen ol da yolda bir taş gördüğün zaman, sakın onu ayağınla itme! Elinle bir kenara bırak. “
Ah Osmanlı. Sen ne büyük bir devletmişsin.
Balkanlarda yeşeren irfan medeniyeti evlatlarına selam olsun, aşk-ı niyâz olsun.