Osmanlı’da, Ramazan ayına has  gelenekleri konu ettiğimiz yazımızın üçüncü bölümü:

-Pişi Dağıtmak ve Güllaç Tatlısı

Hamurdan yapılan, bir tür ekmek  olan pişi, Ramazan ayı gelince Osmanlı’nın maharetli kadınları tarafından mutlaka yapılır ve eşe dosta dağıtılırdı. Osmanlı kadınlarının nasır tutmuş ellerinden çıkan bu lezzetli ekmeğin kokusu, tüm sokağı kaplar sokak kedileri bile dumanı üstünde yeni pişmiş pişiyi dört gözle beklerdi. Gül suyu ile yapılan güllaçlar, Osmanlı Ramazan mutfağının vazgeçilmez tatlısıydı. Güllaç,  mükellef iftar sofralarının her daim başköşesinde yer alırdı.

-Ramazan Davulcuları

Çalar saatin olmadığı dönemlerde, davulcular sokak sokak gezer ahaliyi sahura kaldırırlardı. Gecenin koynunda, sessiz sedasız sabahın gelmesini bekleyen  yorgun sokaklar, davulun tok sesiyle irkilir uykudan uyanan mahmur gözler, hemencecik  sahur sofralarını hazırlamaya koyulurdu. Davul çalmanın da bir adabı, bir usulü vardı. Gayrimüslimlerin yaşadığı mahallelerde, davul çalmak kesinlikle yasaktı. Sadece Müslüman ahalinin yaşadığı yerlerde davul çalınabilirdi. Davulcu, sokaklarda dolaşırken pencere önlerine konulan çiçeklere bakar ona göre davul çalardı. Eğer bir evin penceresinin önüne, sarı renkte bir çiçek konulmuşsa o evde bir hastanın yaşadığı anlaşılırdı. O sokaktan geçenler   sessizlik orucu tutar kesinlikle gürültü yapmazlardı. Sarı çiçekler, adeta sükutun ve anlayışın işaret fişeği olarak gürültüyü birden keserdi.

-Darü’ l Tabak Ziyafetleri

Osmanlı kadim kültürünün en güzel hasletlerinden biri  olan darü’l tabak geleneği yardımlaşmanın ve konukseverliğin zirve noktasıdır. Bu gelenek, bilhassa İstanbul’da yaşayan  zengin aileler tarafından  uzun yıllar boyunca devam  ettirilmiştir.  Ev sahipleri, bir hafta boyunca iftar için üç ayrı sofra hazırlatır gelecek olan misafirler, bu mükellef sofralarda ağırlanırdı. Üç sofra da haremlik selamlık uygulamasına göre hazırlanır kadınlara ve erkeklere farklı sofralar kurulurdu. Çocuklar, hizmetçiler, yoksullar ve tanrı misafirleri de unutulmaz, onlara da ayrı bir yerde sofralar hazırlanırdı. Sofra adabı gereği, ikram yapılırken zengin fakir ayrımı yapılmazdı. Bu sofralarda rütbe, makam, itibar bir anlam ifade etmez herkes eşit muamele görürdü. Ev sahipleri, gelen misafirlerine, üzerlerinde ayet ismi yazılı tahta kaşıklar sunardı. Her kaşığın kendine ait bir sofrası vardı. Maide kaşığını seçenler, Maide sofrasına, Nas kaşığını seçenler, Nas sofrasına, Kevser kaşığını seçenler, Kevser sofrasına oturur; böylelikle herkes kendi kaşığında yazılı olan sofrada iftarını açardı. Darü’l tabak hükmünde olan hanelerin  kapısı Ramazan ayı boyunca her daim açık kalır misafirle şenlenen bu sofraların bereketi ve neşvesi, arş-ı âlâya kadar ulaşırdı.

-Orta Oyunu ve Meddah Gösterileri

Sokak aralarına  kurulan ahşap sahnelerde, birbirinden ilginç ve komik hikayeler anlatan meddahlar, Ramazan sevincine ayrı bir renk katarlardı. Kahkahalar edep duvarına toslayınca, çatık bir kaş, sus emri olarak ahaliye yeterdi. Zaten bu eğlenceli oyunlar, teravih namazı kılındıktan ve cami cemaati dağıldıktan sonra yapılırdı. Namaz biter bitmez gösteriler başlar, çocukların gülüşmeleri Ayasofya’dan bile duyulurdu. Hacivat ile Karagöz’ün bitmek bilmeyen kavgası, çocukların rüyalarına girer dilbazların söylediği tekerlemeleri ezberlemeye çalışan ihtiyarlar, yanlışlıkla dillerini ısırırlardı. Sanatın bile bir adabı ve saygınlığı vardı. Çarşı pazar sahura kadar açık olur sokaklar insan seline teslim olurdu. Hayat iftardan sonra adeta tekrardan başlardı.

-Türbe Ziyaretleri

Gufran ayı gelince, türbelerde ayrı bir telaş yaşanırdı. Sadık türbedarlar, yıllardır büyük bir özenle  bekledikleri mübarek emanetlerini, gül suları ile yıkar misk kokulu tütsülerle bu zatların makamlarını/türbelerini çiçek bahçesine çevirirlerdi. İnsanı huzur ülkesine götüren bu mekanlar, Ramazan ayı boyunca ziyaretçilerle  dolup dolup taşardı. Kadınlar ve erkekler ayrı kapılardan huzura kabul edilir mahrem gözler birbirine kesinlikle değmezdi. Dudaklardan dökülen içten  duaların tılsımı, sanki geceye bir şeyler fısıldardı. Özellikle,  Ebu   Eyyüb El-Ensari, Hz.Yuşa, Zembilli Ali Efendi, Aziz Mahmud Hüdâyi ve  Yahya Efendi’nin türbeleri, ziyaretçilerin yoğun  dua sağanağı ile yıkanır bu kabristanlar, yıllardır toplumun maneviyatını ayakta tutan temel direkler olarak zamana meydan okumaya devam ederlerdi.

-Sakal-ı Şerif Ziyaretleri

Ramazan ayı gelince, birçok camide peygamberimize ait olduğuna inanılan, Sakal-ı Şerif ziyarete açılır meraklı gözler bu kutsal emaneti yakından görebilmek için  camilerin önlerinde uzun kuyruklar oluştururlardı.

-Ramazâniyyeler

Kalem ve söz erbabı şairler; Ramazan ayının faziletini, hazırlıklarını, geleneklerini, toplumsal hayata etkisini anlatan birbirinden güzel kasideler yazarlardı. Bu kasidelerin büyük bir kısmı başta padişah olmak üzere devlet ricaline atfen kaleme alınırdı.  

-Semâi Kahvehaneleri

1800’lü yıllarda yaygınlaşan semâi kahvehaneleri, Ramazan ayının birinci gününde açılır arife günü iftardan sonra kapanırdı. Aşıkların semâiler okuyarak birbirleriyle atıştığı bu kahvehanelerde, bazı geceler müdavimlere kitap da okunurdu. Semâi kahvehanelerinin girişinde  muamma tahtası olarak adlandırılan boş bir levha bulunurdu. Buraya çeşitli bilmeceler yazılır doğru cevabı bilenlere hediyeler verilirdi.

                                                                                                                                                         (Devam Edecek...)