Ülkemize ilk sığınmacıların ( Irak ve Suriye) gelmeye başladığı tarihten beri( yaklaşık on yıldan beri ), gerek ceride/gazete köşemde ve gerekse sosyal basında ve konunun açıldığı her zemin ve ortamda da, mültecilere Ensar-Muhacir anlayış ve örneğiyle yaklaşmamız gerektiğini yazan ve savunanlardanım.
Hala da belli şartlar dahilinde aynı kanaat ve inancı taşımaktayım.
Ancak bu iş çığırından çıkmış gözüküyor.
Mülteci girişi bin, onbin, yüzbin, milyon değil, milyonlarla ifade edilmekte ve hala gelmeye devam etmektedir.
Basında yer alan bilgiler doğruysa, mülteci sayısı yedi milyonu aşmış durumda.
Bunu bu ülke kaldıramaz. Bize de, mültecilere de zararı dokunur dokunuyor da.
Hem biz bu ağır yükün altında maddeden ve manen ezilir, layıkıyla onlara bakamaz, hem de onlara yeterli desteği veremediğimiz için onlar mağdur olur, çok kötü şartlar altında kalırlar, kalıyorlar da.
Zaten öyle oldu. Sığınmacılar olağanüstü kötü şartlarda yaşamakta, üç beş kuruş için bir gün, bir hafta çalışmakta, çöp toplayarak, kağıt, karton, pilastik atık arayarak ekmek bulmaya çalışmakta, sefil manzaraları her şehirde görebilmekteyiz.
Görüp yaşadığım bir örnek:
Bir öğle namazında, cami avlusunda ezanı beklerken, çöp/atık çuvalını avluda bırakıp, namaza giren gencecik bir sığınmacıyı görünce yüreğim yaralanmış, çıkışta yetişip birkaç kuruş vereyim diye tesbihatı yapmadan çıkmış ve 50 lira vermiştim.
Bu kadar küçük bir para için sevincini görmeliydiniz! Elime kapanmış, öpmeye çalışıyor, yüzündeki tebessüm güneş gibi parlıyor, Arapça bir şeyler söylemeye çalışıyor ( muhakkak teşekkür ve memnuniyetini ifade etmeye çalışıyor), elimi bırakmıyordu. Elimi öptürmemek ve onurunu kırmamak için, zor bela elimi kurtarmış ve hızla uzaklaşarak, avlunun öteki tarafındaki banka kendimi atmıştım.
Avludan ayrılana kadar bana bakıyor, teşekkür ediyor, tebessümlerini bana gönderiyordu.
Neden bu kadar sevinmişti? Çünkü, sabahın karanlığından gece yarılarına kadar dolaşıp, bitkin bir vaziyete geliyor ve topladığı atıklardan ancak 20 Lira alabiliyordu.
Zahmetsiz eline geçen 50 Lira, O’nun için çok büyük bir meblağ ve değerde idi.
Elbette yardım edelim, etmeliyiz. Ancak bu kadarı fazla ve haddi aşmış durumda.
Bu insanları, mülteci ya da sığınmacıları bu hale getiren, ülkelerini işgal eden, karıştıran, iç çatışmaya maruz bırakanlar, emperyalist işgalci, caniler, katiller, soykırımcı vampirler olduğu halde, sebebi Batılı tek dişi kalmış canavarlar olduğu halde, yükünü bize taşıtıyor, “siz bakın, bize göndermeyin” diyorlar. Halbuki onlar bozdu, onlar düzeltmeli.
Hamallığını yaptığımız, ülkemizde tutup, çıkışlarına izin vermediğimiz için de, bir devlet yetkilimiz; “Merkel bizi mülteciler konusunda takdir ediyor” ifadesini beyan ediyor.
Elbette takdir eder. Bu durumda kim olsa takdir eder. Mültecileri ülkemizde tutup, yükünün tamamını omuzlarımıza alıp, onlara yük yüklemediğimiz, rahatlarını bozmadığımız için. Biz ülkemize girişi serbest bırakmış, çıkışı kontrol ediyoruz. AB, Merkel takdir etmesinde ne yapsın.
Oysa biz, girişi kontrol etmemiz lazım, çıkışı değil. Suriye, İran, Irak sınırından giriş serbest, Çanakkale’den, Edirne’den çıkış yasak! Sınırlarımızdan girerken değil, Edirne’den çıkmaya çalışırken adam yakalıyoruz!
Halbuki, bırak gitmek isteyen, ülkemizden çıkmak isteyen çıksın. Bırak gitsin, bize ne? Biz İran, Suriye ve diğer sınırlarımıza bakalım, oraları koruyalım. Sığınmacılar açısından “Türkiye‘ye girmek serbest, çıkmak yasak” politikasını anlamakta güçlük çekiyoruz! Böyle yapan bizden başka Müslüman ya da gayrimüslim başka bir ülke var mı?
Bir diğer tenakuz da; Bir taraftan “biz Ensar’ız, onlar Muhacir, kucak açacağız” diyoruz. Doğru da diyoruz. Diğer yandan, “onlar giderse tarımımız, sanayimiz çöker” diyoruz!
Bu durumda “ucuz işgücü” niyeti beyan ediliyor!
Hangi şartlarda çalışıyor sığınmacılar? Olağanüstü kötü şartlarda ve çok düşük ücretlerle. O zaman, “Ensar olmak için değil, ucuz işgücü için mi” sorusu akla geliyor ki bu çok daha kötü bir durum!
AB ülkeleri memnun olsun ve ucuz işgücü için mi?
Üç kuruş para verecekler, biz de sığınmacıları ülkemizde tutup, bakacağız diye ülkemizi AB’nin tampon bölgesi yaptık. Her yönlü bize yakışmaz bu durum.
Ayrıca, ne kadar çok mülteci tutarsak, o kadar da işsizimiz çoğalıyor.
Biz kendi sınırlarımızı korumayıp, girişi serbest bırakmış, Edirne’den çıkışı kontrol ediyor, orada adam yakalıyorsak, biz, bizim sınırlarımızın muhafızı değil, AB’nin muhafızı oluruz, oluyoruz anlamı ortaya çıkmaktadır.
Sırf üç kuruş verecekler ve en mühimi, başka eksikliklerimizi görmesinler, tenkit etmesinler diye, “Ama mültecilere bakıyoruz, size göndermiyor, sizi sıkıntıya sokmuyoruz, siz de bizi eleştirmeyin” demek için mi?
Netice olarak; çok zaruri girişleri, insani ve İslami sorumluluk alanındakileri saklı ve sınırlı tutup, mülteci girişini sınırlandırmalı, gelenler için de, AB’nin bekçiliğini yapmayıp, çıkmak isteyenlere engel olmamalı, kalanlara da Ensar- Muhacir dengesi içinde bakmaya çalışmalı, asla vatandaşlık vermemeli, dönene kadar kalmalarına izin verilmeli, ülkelerinde barışı sağlamaya gayret edip, barış tesis edilince geri göndermeli, topraklarına ve evlerine dönmeli, o toprakları boş bırakmamalı, birtakım emperyalist pırojelere hazır hale getirmemeliyiz.
Zaruret hali kabul edeceklerimizin başında da D. Türkistanlı soydaş ve dindaşlarımız gelmeli, ama onlara bile geçici vatandaşlık verilmeli, D. Türkistan’ın kurtuluşuna kadar kalmaları sağlanmalı, Gökbayrak ülkemizin Çin işgalinden kurtuluşu için çaba sarfetmeli ve mutlak bir gün dönmeleri ve “Atavatan” toprağının boş bırakılmasının ve Çin’e peşkeş çekilmesinin önüne geçilmelidir.
Afganlı kardeşlerimizin gelmeye devam etmesine de bu çerçevede bakmalı, ABD çekilip AFGANLI Taliban hükümeti kurulunca, topraklarına dönmeleri sağlanmalı, Afgan İslam coğrafyası emperyalistlere boş bırakılmamalıdır.
Mültecilerin Türkiye’de başıboş kalmaları, savrulmaları, inanç ve kültür erozyonuna uğramaları, kötü bir dönüşüm ve entegrasyona maruz kalmaları,her türlü eğitimden ve kontrolden uzak kalmaları da ayrı ve çok mühim bir sorun, ayrı bir makale konusu.