“YENİDOĞAN SKANDALI” ÜZERİNDEN SAĞLIK SİSTEMİNDEKİ ÇÖKÜŞ VE YAYGIN ÇÜRÜMÜŞLÜĞE BAKIŞ

               Yenidoğan çetesinin, anlaşmalı hastanelerin sahipleri, başhekimleri ve 112 acil servis çalışanları ile işbirliği yaparak kurduğu yolsuzluk şebekesinin, hastanelerde yeni doğan bebeklerin hayatları ve sağlıkları üzerinden yürüttüğü sömürü ve kazanç sağlama faaliyetleri Türkiye’yi sarstı.

               Bu kapsamda, doğan bebeklerin sağlık durumlarının olduğundan daha ağır gösterilerek anlaşmalı hastanelere sevk edilmeleri, gereksiz yatışlarının sağlanması, çok pahalı ilaç kullanımı ve tedaviler uygulanarak adlarına sağlık sigortası üzerinden yüksek ücretler tahsil edilmesi, son günlerde planlı ve sistematik bir yolsuzluk modeli olarak ülke gündeminin ilk sıralarında yer almaya başlamıştır.

              Yeni doğan bakım ünitelerini bütünüyle kuralsız bir ticarethaneye dönüştüren şebeke, buralardan sadece kirli kazanç sağlamakla kalmamış, bebekler için gerekli ilaçları tedaviden düşürüp, dış piyasada satmaya yönelik diğer etik dışı uygulamalar ve tıbbi ihmaller nedeniyle de birçok bebeğin enfeksiyon kapmasına ve hayatlarını kaybetmesine neden olmuştur.

               Sağlık skandalının kamuya yansımasıyla açılan pencereden Türkiye’deki sağlık sistemine bütüncül olarak baktığımızda;

              -Devletin sağlık hizmetleri alanında kapsayıcı, uzun vadeli ve sürdürülebilir politika ve stratejiler geliştirme ve sistem üzerinde hakimiyet kurmasını sağlayacak düzenleyici ve denetleyici normları belirleme ve uygulama konusundaki yetersizliğini gördük.

               -Sağlık Bakanlığının merkez ve taşra örgütlerinin, sağlık kuruluşları üzerinde gözetim, denetim ve kontrol yükümlülüğünden doğan görevlerini yerine getirmedeki güçsüzlük ve acizlikleri ortaya çıkmış oldu…

                -Gerek ilgili ceza mevzuatı normları ve disiplin hükümlerinin, gerek işlenen suçları takip etmek, soruşturmak, suçluları yakalamak, cezalandırmak ve cezaları infaz etmekle görevli ve yükümlü adli ve idari hizmet ve denetim birimlerinin (emniyet, savcılıklar, mahkemeler, teftiş ve denetim birimleri) sağlık alanında işlenen suçlarda, usulsüz ve hukuka aykırı uygulama ve işlemlerde sorumluları gerektiği biçimde cezalandıramadığını, dolayısıyla bu alandaki yeni suç ve yolsuzluk girişimlerini caydırıcı ve önleyici gücünün bulunmadığını anlamış olduk.

                -Toplumun ve medyanın, “Yenidoğan skandalı” ölçeğinde olmasada, sağlıkta uzunca süredir olanca yaygınlığı ve yoğunluğuyla cereyan eden, herkesin bildiği ve karşılaştığı usulsüzlük ve yolsuzlukları açıkça görmezden geldiği, kanıksadığı ve bunlara karşı bütünüyle duyarsızlaşmış olduğu, herkesçe bilinir hale geldi.

              -Ülkemizdeki kimi özel sektör sağlık girişimcileri ve işletmecilerinin, sağlık hizmeti sunucusu olmanın kamuya yönelik çok yönlü sorumluluklar ve vicdani duyarlılıklar gerektirdiği gerçeğini kavrayamadıklarını fark ettik. Bu bağlamda, mesleki etik ilkelerini benimsemekten, içselleştirmekten ve davranış normu haline getirmekten ne kadar uzak ve acıma ve şefkat duygusundan ne kadar yoksun olduklarını gördük.

                 -Birçok hastane ve sağlık kliniğinin, kâr hırsı ve kısa sürede zenginleşme amacıyla, gerekli vizyon, yeterli sermaye, teknik uzmanlık ve bilgi birikimi olmaksızın inşa edilen, mimari ve yapısal gerekleri karşılamaktan uzak, dar, basık ve izbe binalarda faaliyet göstermekte olduğu anlaşıldı. Ayrıca birçoğunun, sağlık hizmetinin gerektirdiği asgari işlevsel zorunlulukları karşılayamayacak derecede kötü şartlarda, yeterli donanım, araç gereç ve sağlık ekipmanı olmadan hizmet vererek insan sağlığıyla oynamakta ve bebeklerin ölümüne neden olmakta sakınca görmedikleri gerçeği, gözler önüne serilmiş oldu…

                Her geçen gün yeni bir yolsuzluk modeline, farklı sömürü ve menfaat tezgahına rastladığımız sağlıktaki bu çöküş sürecinin ne tür bir toplumsal ve ahlaki çözülmenin ve dejenerasyonun sonucu olduğunu ve bozulmanın hızla yaygınlaşmasında rol oynayan dinamikleri, kapsamlı ve çok yönlü bir değerlendirme ve analize tabi tutmamız gerekmektedir.

                Bu bağlamda, öncelikle sağlık hizmetlerinin niteliğini, devletin bu alandaki başlıca rolünü ve sorumluluklarını ortaya koymamız gerekiyor.

               Sağlık hizmetleri, “yarı kamusal nitelikli hizmetlerdir. Yani, arz ve talep mekanizmasının acımasız fiyat rekabeti süreçlerine, dolayısıyla serbest piyasanın kâr iştahı ve büyüme motivasyonunun insafına bütünüyle terk edilemez.

               Bu bağlamda sunulacak hizmet, doğası gereği insan sağlığını doğrudan etkilediğinden, ayrıca etik ve yasal çerçevede gerçekleştirilmesi gereken bir faaliyet olması nedeniyle diğer piyasa girişimlerinden farklı bir dizi özel sorumluluk gerektirir:

             Bunlar;

            -Deontolojik (mesleki etikle ilgili) sorumluluklar,

             -Ticari kazanç gayesini ikinci planda tutmak ve toplum sağlığını gözetmek,

             -Mesleki yeterlilik ve yetkinlik sahibi olmak,

             -Hizmet niteliğini ve kalitesini en üst düzeyde tutmak,

              -Hasta güvenliği standartlarından taviz vermemek,

               -“Kamusal sorumluluk” çerçevesinde, maliyetlerin hastaların sırtına aşırı bir yük bindirmeden dengelenmesini ve sunulan sağlık hizmetinin herkes için erişilebilir olmasını sağlamak,

             -“Finansal şeffaflık ve müşteri memnuniyeti” bağlamında, mali işlemler ve tedavi yöntemleri hakkında hastalara açık ve doğru bilgi sunmak, bu konuda hasta ve toplum nezdinde güven oluşturmak,

              -“Hasta haklarına saygı” bağlamında sunulacak hizmet ve tedavi konusunda hastaları bilgilendirmek ve onaylarını almak,

               -Kısa vadeli kazançlar yerine, kamu sağlığı üzerinde olumlu etki oluşturacak, devletin sağlık yükünü azaltacak, bir bütün olarak sağlık hizmetinin iyileştirilmesini ve geliştirilmesini sağlayacak nitelikte sürdürülebilir hizmetler sunmak,

              -Yürürlükteki yasa ve yönetmeliklere uygun hareket etmek, kamu otoritesinin denetimlerine ve şeffaflık taleplerine uygunluk sağlamak şeklinde sıralanabilir.

               Sağlık hizmetleri alanının hızla ticarileşmesi, özel sektörleşmesi, sınırsız ve kuralsız zenginleşme arayışlarının odağı haline gelmesi, karşılaşılan dejenerasyon sürecinin önemli bir nedenidir.

               2000’li yılların başında getirilen teşvikler ve kamu ödeme garantileriyle ticari sağlık yatırımlarının önünün açılması, işadamlığını çok kısa sürede minimum sermaye ile rant devşirme aracı ve fırsat avcılığı olarak gören Türk girişimcilerinin kâr iştahını kabarttı ve “hastaneciliği” kaçırılmaması gereken büyük bir kazanç fırsatı olarak görmelerini sağladı.

Özel sektör hastaneciliğini teşvik eden politikaların yürürlüğe konulmasından sonra geçen 20 yıl içinde, özel hastaneler sayıca ve ciro itibariyle sağlık hizmet portföyü içinde hatırı sayılır bir yer işgal edecek seviyeye gelmişlerdir. Bu bağlamda halen Türkiye’deki 1554 hastanenin 917’si Sağlık Bakanlığı’na, 569’u özel sektöre, 68’i üniversitelere ait bulunmaktadır.

               Bu dönemde, özel hastanelerin sayısı %109, yatak sayıları %184 artarken; devlete ait hastanelerin sayısı %23, yatak sayıları ise %46 artmıştır.

               Sağlık özel sektörü, genel niteliği itibariyle diğer alanlarda olduğu gibi, özel hastanecilikte de, hızlı, kontrolsüz, vizyonsuz, ilkesiz, kuralsız ve en önemlisi “etik değerler setinden yoksun” olarak gelişmiştir.

          Bunda, devletin, özellikle sağlıktaki özel sektör yatırımlarının değer üretimi esaslı girişimcilik  vizyonu, finansal ve teknik birikim ve yeterli idari kapasite olmaksızın ve hiç bir kural tanımadan büyüme eğilimi taşıdığı gerçeğinin farkında olmamasının veya bu gerçeği gözardı etmesinin rolü büyük olmuştur.

             Türkiye’nin son 20 yılda, milli geliri, ekonomik büyüklüğü ve refah düzeyindeki artış ile, bu süre zarfında sağlık harcamalarında ve sağlığa erişim imkanlarındaki artış ve sağlık hizmet standartlarındaki iyileşme düzeyi arasında büyük bir uyumsuzluk (asimetri) bulunmaktadır.

               Ülkemizde 2004’de 4.000$ olan milli gelirimiz resmi rakamlarla 2023’te 12.000$ seviyesine yükselmiş, yani yaklaşık 3 kat artmış iken; 2004 yılında 260$ olan kişi başına sağlık harcaması 2023 yılında 1.827$’a yükselmiş, yani 7 kat artmıştır.

               Bu durumda, sağlığa erişim kolaylığında ve sağlık hizmet standartlarındaki artışın, Türkiye’nin zenginleşme düzeyinin gerektirdiğinden çok daha fazla olduğunu söyleyebiliriz.

               Ekonomik zenginleşme ve refah artışı hızı ile sağlık harcamalarındaki artış ve gelişme hızının birbirine paralel olması, Türkiye’nin uzun vadede dengeli ve sürdürülebilir bir kalkınma süreci izleyebilmesi bakımından çok önemlidir. Çünkü sağlık, pahalı ve ekonomiye yük getiren bir kamu hizmeti olduğu ve halk hiçbir zaman eriştiği sağlık hizmeti standardını kaybetmek istemediği için, kamu bütçe kaynaklarının zamanla yetmeyebileceğini ve bunun uzun vadede bir risk faktörü olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir.

               Yine, özel sektör hastaneciliğinin, koyduğu düşük yatırım sermayesiyle, plansız bir biçimde ve sağlık sisteminin ekonomik potansiyelinin kaldırabileceğinden çok daha yüksek hacimde büyümesinin sonucu olarak, toplam sağlık harcama portföyünden her yıl giderek daha fazla pay talep etmesi gerçeğiyle karşı karşıya bulunuyoruz.

Sonuçta, gerek devletin toplam sağlık harcamalarının hızla artması, gerek özel sektör hastaneciliğinin toplam sağlık portföyündeki payının çok kısa sürede kontrolsüz biçimde büyümesi ve sürekli yükselen kâr iştahı, doğal olarak her geçen gün çeşitlenen ve artan sağlık yolsuzluklarını ve bu bağlamda yetersiz ve kötü tedaviden kaynaklanan insan ölümlerini karşımıza çıkarmaktadır.

               Görüldüğü üzere, özel sektör girişimciliğinin doyumsuz kazanç arzusu ve sınırsız büyüme isteği, kamu hizmeti mantığıyla yerine getirilmesi gereken sağlık hizmetinin doğasına uymamakta ve bu hizmetin temelinde var olması gereken temel duyarlılık ve sorumluluklarla bağdaşmamaktadır.

                Özetle, sağlıktaki kronikleşmiş yapısal sorunların ve yaygınlaşan çürümenin daha da kötüye gitmemesi için, devletin bir an önce devreye girerek acil önlemler alması ve şu temel sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi kritik önem taşımaktadır:

               -Sağlık alanında belirleyici, düzenleyici, dengeleyici ve denetleyici rolünü her zaman elinde tutmalı ve gereğini aksatmadan yerine getirmelidir.

             -Sağlık hizmeti sunuculuğu alanındaki hakimiyetini, sektördeki birincil rolünü, dolayısıyla en büyük sağlık sunucusu olma işlevini hiçbir zaman kaybetmemelidir.

             -Ticari sağlık girişimciliğinin sınırsız ve kontrolsüz büyümesine meydan vermemeli; bu bağlamda özel sektör hastaneciliğine kısıtlı alanlarda, sınırlı ölçülerde ve belirli şartların tam ve eksiksiz yerine getirilmesi kaydıyla izin vermelidir. (Pırof. Dr Ulvi Saran’dan alıntıdır, Karar.)