Hatırlıyor musunuz, nerede kalmıştı? Nerede bırakmıştınız en son, yaşama sevincinizi? Ne zaman küsmüştünüz hayata, insanlığa, dünyaya acaba? Ve neydi sebep?

Galiba gitmek istiyorsunuz. Kaybolmak ve kaybetmek kendini. Unutmak ve unutulmak… Peki, ama neden? Ve nereye gideceksiniz?

“De bana, kalbin uçar mı bazen, Agathe,
Bu pis şehrin kara ummanından uzak.
Başka bir ummana, sade renk ve hayat,
Ve bekaret gibi, mavi, derin, berrak?
De bana, kalbin uçar mı bazen, Agathe?”

Şehirler mi bu hale getirdi sizi, yaşadığınız? Aileniz, çocuklarınız, eşiniz, kardeşiniz mi yoksa? Kırk yıllık dostunuzdan yediğiniz umulmadık bir darbe belki de? Toprakla örtüverip sevdiğinizin üstünü, dönüp gittiğiniz o yerde mi kaldı yaşama karşı tüm hevesiniz? Başka, daha derinlerde bir şey mi? Elle tutulamayan, tarif edilemeyen ama bir mağara gibi oyan içinizi?

Demek kurtulamıyoruz. Öyleyse nereye kaçacağız? Nerede soluk alıp dinleneceğiz ya?

“Deniz, engin deniz, dinlendirir bizi!
Kükreyen rüzgârın hudutsuz orguna
Uyan, boğuk sesli şarkıcı, denizi
Hangi şeytan, dadı yaptı bu yorguna?
Deniz, engin deniz, dinlendirir bizi!

Al götür beni, vagon! Kaçır beni gemi
Uzak! Uzak! Çamur gözyaşı bu yerde.
Sahiden Agathe’in mahzun kalbi der mi
Bazen: azaptan, cürümden, dertten öte,
Al götür beni, vagon, kaçır beni, gemi?”

İtiraf edin, şimdiye değin hiç değilse bir kez, intihar etmeyi düşündünüz. Tolstoy’un Anna Karenina’sı gibi mesela, atlayıvermek birden, bir yük treninin altına! İtiraf edin, hayatınızda bir kez bile olsa, intiharı çok istediniz, en azından çocukluğunuzda! Çocukluk çünkü en kırılgan mevsimi ömrümüzün. Büyüdüğünüzde gülüp geçtiğiniz birçok şey, çocukken dert, mihnet, tasa! Ama kaybediyoruz işte o dünyadan çekip gitme cesaretini de büyüyünce. Kaybediyoruz, çünkü cenneti istiyoruz. Biliyoruz ki, cennet canına kıyanlara çok uzak! Hem bu dünyada bulamadığımız cenneti öbür dünyada da ıskalamayı garanti edecek bir intihar kimin işine gelir ki? Yapamayız, yaşamın hayhuyundan el etek çeker, cenneti ararız o zaman.

“Ne kadar uzaktasın, kokulu cennet.
Saf istek içinde kalbin boğulduğu,
Aydın bir gök altında her şeyin aşk, lezzet,
Sevilenin sevilmeye layık olduğu!
Ne kadar uzaktasın, kokulu cennet.

Lakin saf aşkların cenneti olan yer,
Titreyen kemanlar kuytu bayırlarda,
Koşuşlar, şarkılar, öpüşler, demetler,
Şarap testileriyle, gün sonu, kırlarda,
-Lakin saf aşkların cenneti olan yer,”

Kaçamak hazlarla dolu masum dünya,
Daha mı uzakta şimdi Hind’den Çin’den?
Mümkün mü çağırmak geri ahüzarla,
Ve gümüş bir sesle yaşatmak yeniden.
Kaçamak hazlarla dolu masum dünya?”

Dünyamız, “kaçamak hazlarla dolu”, masum dünyamız! Nerede kaldı sahi? Nerede bıraktık onu? Koku, hafızayı ayakta tutan veya canlandıran en önemli duyu, diyor uzmanlar. Biz şeytana pabucunu ters giydirecek kadar şeytanlaştık da cennetin kokusunu bile unuttuk mu çoktan? Geldiği yeri unutanı oraya nasıl alırlar tekrar? Alırlar mı?

Sizin de kalbiniz uçuyor mu bazen, şiirdeki Agathe gibi? Yaşadığınız şehrin, caddeleri pırıl pırıl, ışıl ışıl aydınlatmalarıyla sizin şehrinizin, gözünüze kara bir umman gibi serildiği… Ruhunun kararmış olduğunu, ruhunuzu karatmakta olduğunu hissettiğiniz o an, kaçıp gitmek uzaklara o şehirden, “başka bir ummana”, kalbinizle!

Yazının başlığı, Moesta Et Errabunda, bu köşenin başından sonuna kadar parça parça okuduğunuz şiirin adını oluşturuyor. Şiir, Charles Budelaire’den, Fransa’nın ölümsüz şairinden. Çeviren ise Ahmet Muhip Dıranas. Benim dönüp dönüp okuduğum, her okuyuşumda bir şiirine, bir dizesine hayran kaldığım şairlerden biri Dıranas. “Şiir, çeviride kaybolandır” diyor Robert Frost. Bir başka şair ona cevap veriyor: “Şiir, çeviride kazanılandır!”. Ben ikisine de hak veriyorum. Ve Baudelaire’in eşsiz bir duyarlıkla kaleme aldığı bu şiirin, Dıranas’ın Türkçe çevirisiyle, kaybolmayıp kazanıldığını hatta yeniden üretildiğini düşünüyorum.

Rahmetli hocam, Talat Sait Halman diyor ki: “Güzellik, bir meydan okumadır. Bir dildeki şiir güzelliğini başka bir dilde baştan yaratmak da öyle. Bunu başarılı yapabilirse insan, zevk ve gurur duyuyor. Çeviri, bence aktarı değil, yaratıdır. Meydan okuyan güzelliğe yeniden can verebilmişseniz derin bir mutluluktur… […] Bence şiir çevirmeni mutlaka şair olmalıdır. En başarılı şiir çevirmenleri arasında, iyi şair olmayanlar pek azdır. Bu, Türkçemiz için de doğru, başka diller için de. Dilimize en güzel şiir çevirilerini şairler kazandırdı.”

Ben biraz ileri giderek, şunu söyleyeceğim, büyük şairleri başka dillere sadece büyük şairler çevirse keşke! Bunu başka bir yazımda ele alacağım. Şimdilik, Baudelaire gibi büyük bir şaire ait bu güzel şiirin, sırf Türkçe yazdığı için dünyada tanınma şansı bulamamış bir başka büyük şair tarafından yeniden ihya edildiğini belirteyim. Bize de okumak düşüyor elbette.