Türk sinemasının Muhsin Ertuğrul ile anılan “tiyatrocular” döneminden çıkıp “sinemacılar” dönemine yani şu bildiğimiz Yeşilçam sinemasına doğru evrilişinin miladı 1950’lere dek uzanıyor. Bu yıllarda Memduh Ün, Ömer Lütfi Akad, Atıf Yılmaz ve Metin Erksan gibi yönetmenlerin çektiği filmlerle başlayan “Sinemacılar Dönemi” seksenli yıllara kadar altın çağını yaşıyor. Seksenlerde Yeşilçam’a ne olduğunu ise hatırlatmaya gerek yok sanırım.
İşte bu altın çağın öne çıkan yapımlarından biri de Sevmek Zamanı. Her sene Senaryo dersinde öğrencilerime izlettiğim bir filmdir bu. Metin Erksan’ın yönetmenliğini üstlendiği ve şüphesiz Türk sinema tarihinde bir aşama teşkil eden 1965 yapımı Sevmek Zamanı’nın iki başrol oyuncusu var: Sema Özcan ve Müşfik Kenter. Filmin senaryosu, resme âşık olma hikâyesi üzerine kurulu. Büyükada’da boyacılık yapan Halil, Meral’in duvarda asılı portresine âşık olur. Bu aşkı üstüne alınan Meral, Halil’le birlikte olabilmek için epey uğraşır ve sonunda başarır da. Ancak bir Yeşilçam klişesi olan, zengin kız-fakir erkek uyuşmazlığı burada da karşımıza çıkar ve bu aşkı çıkmaza götürür. Beyazperdede gösterildiği vakit epey yankı uyandırmış, övgüler almış filmin bazı replikleri de zihinlere kazınmış durumda. Özellikle Halil’in kendisini ikna etmeye çalışan Meral’e söylediği şu cümle: “Sen dostlukların, aşkların kolay mı kurulduğunu, kolay mı sürdürüldüğünü sanıyorsun?”.
Şüphesiz, filmin bu başarısında ve deyiş yerindeyse sinema tarihimizde bir kült film olarak anılmasında usta yönetmen Metin Erksan’ın olduğu kadar o tarihte delikanlı sayılabilecek yaştaki Müşfik Kenter’in de payı var. Öyle ki, genç yaşına rağmen kimi sahnelerde ünlü İtalyan aktör Marcello Mastroianni’ye taş çıkartacak bir performans sergiliyor Kenter. Hayranlıkla izliyorsunuz. Müşfik Kenter’in büyük bir oyuncu olduğuna şüphe yok. Bakın, Türk sinemasının “sultan”ı Türkan Şoray onu nasıl anlatıyor:
Müşfik Kenter, yaşı tutanların çok eskilerden, ta Kenter Kardeşler’in yazın İstanbul’a turneye gelmelerini hasretle bekledikleri yıllardan beri hayran olduğu bir aktördür. Umut veren genç bir oyuncuydu, beklentileri yanıltmayan büyük usta oldu. Sahnede sahiciydi, karakteri oynamazdı, “o” olurdu. Müşfik Bey, o sahnede sırtıyla bile oynardı, arkası dönükken de karakterin neler hissettiğini bize anlatırdı.
İnsan hayıflanmadan edemiyor; dünyanın en mükemmel dillerinden Türkçemizin, bir türlü popüler olmaması, uluslar arası düzeyde dolaşıma girememesi Kenter gibi daha ne çok sanatçımızı yerelliğe mahkûm etti! Şairlerimiz gibi oyuncularımız da, birkaç istisna hariç, dışarıya açılamadan, yalnız Türkiye’de tanınan büyük sanatçılar olarak kaldı ne yazık ki.
1995 yılında, Bir Garip Orhan Veli adlı oyunuyla canlı olarak ilk ve son kez izlemiştim Müşfik Kenter’i. Orada, sahnede, karşımdaydı işte; bir efsane, bir koca çınar, Orhan Veli’nin şiirlerini okumuyordu, yaşıyordu adeta. Özellikle gençlere bu oyunu internetten bulup izlemelerini öneririm. Şiir nasıl hakkını vererek okunur, daha doğrusu icra edilir, tiyatrallığı dengeleyerek bir şiir nasıl seslendirilir, merak ediyorsanız Müşfik Kenter’i dinleyiniz.
Onu en son, genç yönetmen Bahadır Karataş’ın dikkat çekici filmi Usta’da izledim, sene 2009 olmalı. Tonton bir ihtiyarı oynamıştı o filmde. Yine sanatını konuşturmuş, o kısacık rolde bile büyük oyuncu nasıl olunur göstermişti izleyenlere. (Adapazarlı yönetmen Bahadır Karataş’ın bu filminin senaryosu da yine Adapazarlı bir yazarın, Ayfer Tunç’un hikâyesinden uyarlanmıştı.)
1932’de doğdu ve 2012’nin 15 Ağustos’unda aramızdan ayrıldı Türk sinemasının imparatoru. Geçtiğimiz salı günü onu ahrete uğurlayışımızın beşinci yıl dönümüydü. Ustanın yaşarken kıymeti bilinmedi desek haksızlık olur ama yine de onu saygı ve rahmetle anarken bizlere yadigâr bıraktığı şu sitemkâr sözlere de kulak vermeyelim mi? Belki hâlâ aramızda olup da yaptıklarının karşılığını alamadığını düşünen değerli sanatçılarımızı ümitsizlikten ve bedbinlikten kurtarmamıza yardımcı olur, neden olmasın. Ölümün “yakışmadığı” kimse yok, ama merak etme, biz seni asıl “diri”yken beğendik sevgili usta! Ruhun şad olsun.
Üzülüyorsun, takma diyorlar.
Kızıyorsun, değmez diyorlar.
Boşveriyorsun; gamsız diyorlar.
Susuyorsun, iki çift laf et diyorlar.
Konuşuyorsun, muhatap olma diyorlar.
Çekip gidiyorsun, mücadele et diyorlar.
Alttan alıyorsun, tepene çıkardın diyorlar.
Bağırıyorsun, sakin ol diyorlar.
Aklı başında davranıyorsun, bu kadar uslu olunmaz diyorlar.
Dikine gidiyorsun, yaşına başına yakışmaz diyorlar.
Ölünce ne diyecekler?
Muhtemelen; Ölüm sana yakışmadı.
Normal tabii, dirimizi beğenmediler ki ölümüzü beğensinler…