"Yok artık" demiştim. Sanırım bir bayram günüydü. Bayramın ilk gününün o bomboş öğle saatleri vardır ya hani. Çitlenmiş çekirdek aile boşluğu. Hele Ramazan bayramının ilk günü. Oruçlu sanıyorsun hala kendini ama değilsin. Bayram edecek ne yaptın? Hiç. Ama takvime göre bayram işte. İşte duyguların, için, eski püskü. Ama gömlek, ayakkabı, pantolon gıcır. Kekre vakitler işte.
Ne diyordum? Hah, feysbukta bir akranım, kırkını çoktan geçmiş, kendi sosyal medyasındaki profil fotoğrafı ve dahi "veri importınt" paylaşımlarından da anlaşılacağı üzere, "möhem bir zat" kendisi.
Bu arada belirteyim, ne yediğini, ne içtiğini, havuzun başını, hamamın kurnasını, ağacın gölgesini, mangalın çırasını, düğünün zurnasını anlık fotoğraflarla paylaşan ve kendi arayıp bulmayıp da başkasının sayfasından şiir, özlü söz yani "içerik" araklayan hiçkimseyi "möhem" falan saymıyorum.
Kimse saymıyor aslında. Kimse kimseyi saymıyor. Sadece sosyal medyada mı? Yok. Her yerde.
Birbirini yüz yüze sevmeyi beceremeyen bir toplumun sosyal medyada birbirini sırtından hançerlemesi normal değil mi?
Gıybetin (yüzüne yüzüne yazıyoruz ya yorumları bahanesiyle) güya dinen serbestlik kazandığı bir oyun alanı olarak keşfettiğimiz ve hoplaya zıplaya oynadığımız sosyal medya bağımlılığımız, röntgenciliğimiz, dikizciliğimiz, olmadığımız gibi göründüğümüz aleni yalancılığımız, dedikoduculuğumuz, lafazanlığımız, malumatfuruşluğumuz ve diğer fuhşiyata (Bkz. Fahiş) düşkünlüğümüz bir rezalet abidesi halinde yerin dibine doğru yükseliyor!
Neyse, bu çok iyi giyindiğini de düşünen, rüküş ceketinin mendil cebi mutlaka koca koca renkli bezlerle dolu "möhem zat" ana babasının fotoğrafını paylaşıyor feysten. Bayram duygusallığı. Benim de anam babam uzakta. Çoğumuzun öyle. Yirmi birinci yüzyılda, bin yıldır yaşadıkları topraklarda "göçebe" olarak yaşamaya devam eden bir cemiyetiz. Bkz. Bayram arefesi otobanda, asfalt üstünde, kontak kapatarak ve arkasında bir çöp konçertosunun notalarını bırakarak toplu sahur. Bkz. İftar çadırı, indirim çadırı, memleket tanıtım günleri çadırı. Geçen gün neredeyse betondan toprağı bulamayan sulardan metrobüste boğulacak olan milyonlarca İstanbullu, her sabah karşıya işe, her akşam yine öbür karşıya eve göçüyor. Kavimler göçünü günlük olarak inatla sürdüren bir kavimiz! Bu ne kadar sürebilir? Bu kadar kavi miyiz?
Peki akranım ne yazmış fotoğrafın altına? Hemen sıtolkluyoruz. Stalk. Sinsice takip etmek. Türkçesi dikiz. Ne kadar çok mahrem görsel, ne kadar çok mutfak, yemek, kadın yüzü, kadın gözü, makyaj hatta yatak odası fonu, ne kadar çok özel an ve mekan "resm"en sergileniyor.
"Tuhaf şey! Yabancı girmesin diye evlerinin kapılarını kilitliyorlar; sonra da televizyonlarını açıyorlar!" Ş.
Ne demiş akranım? "Bayramda tatile gitmek zorunda mısınız?" Eh, aynı fikirdeyim. İstanbul bayramda şahane diye ama olsun. Eklemiş: "Yaşarken kıymetini bilin. Gidin ellerini öpün." Eyvallah. "Bayramda bari yalnız bırakmayın" satırını okuyunca, birer ergeniz ya hepimiz sosyal medyada, sinirlendim, gurur yaptım, "Sen git öp arkadaş babanın elini, bana niye ders veriyorsun, bayram bayram ekşi ekşi çemkiriyorsun" diye düşündüm ve kendisine ayrılan iki saniyelik süre dolduğu için başka birinin gıyabına geçip unuttum onu. Daha kimler kimler var dikizlenecek! Aynı günün akşam saatlerinde aynı "möhem zat" yavuklusuyla Akdeniz kıyılarından bir fotoğraf paylaşmasın mı? "Yok artık" dediğim an bu andı işte. Hepimize fırçasını kaymış ve ucuz şekercilerin bayram reklamları gibi duygularımızı sömürdükten sonra o yaşlı insanların yanından fıymış, usulca denize doğru akmıştı. Vay kurnaz vay. Bununla kalsa yine iyi. Meğer tatile çıkalı üç gün olmuş. Ana baba fotoğrafı da arşivdenmiş. Evet. "Yok artık" hatta "yuh artık." Kendisi yavuklusuyla "ol ikslusiv" herşey dahil sahil keyfinde, bize de kötü evlat muamelesi. Pes.
Geçmiş zaman, anlı şanlı bir STK'nın resmi sosyal medya hesaplarından dernek başkanı adına hergün bir paylaşım yapalım dedilerdi.
Paylaşım mı? Kiminle? Neyi? Ekmeği bölüşemeyen cimriler duygularını mı paylaşacaklar? Adam karısıyla birşey paylaşmayalı seneler olmuş, maşallah hepimizle bir can bir ciğer bir kuzu bir sarma, dakka başı birşey paylaşıyor. Sanırsın herkes sevgi böcüğü, herkes sosyolog, herkes gurme, modacı, iç mimar, doktor, gezgin, sanatçı...
STK'cılara "iyilik olsun diye" itirazım vardı, anlatamadım. "İçerik üretmek, bağlam kurmak, gündem tutturmak kolay mı?" dedim. Demez olaydım. "Hiçbirşey bulamıyorsak hergün bir Hadis paylaşalım" dediler çekirdekten KOBİ patronu STK yöneticileri. "Diyanet İşleri Başkanı ne yapacak? İhracat, büyüme, döviz, işsizlik rakamları mı açıklayacak?" dedim. Dedim de. Bu kadar düşman ne olacak?
Geçen gün bunları düşünüyorum. Bir bakayım dedim, ne paylaşıyorlar. Binlerce üyeli STK başkanı ne yazarsa yazsın, dokuz kırmızı kalp, beş retivit. Üyeleri bile ciddiye almamış, almıyor, düşün rakipleri, hedef kitleyi, kamuoyunu.
Önceki gece "Erol Olçok Kitabı"nı okudum sabaha kadar. Yazacaklarım var. Sonra. O acı veren, iç burkan, Erol Ağabeyin mücadelesine hayranlık uyandıran kitapta, iletişimci Nuran Yıldız Hocanın incelikli bir içtenlikle yazdığı yazıda "Erol'la vatsap mesajlarımı silmiş akıllı telefon. Teknolojiyi bunun için sevmiyorum. Hatıralara hiç saygısı yok" satırlarını okuyunca hatırladım Nuran Hoca'nın ekşi sözlüğe giren cümlesini.
“Bir iletişimci olarak doğru sanılan bazı yanlışları düzeltmek zorundayım. Sanal dünya kendisini ilişki ve iletişim ortamı olarak sunuyor. Oysa sanal dünya ilişki ve iletişim ortamı sunmaz, temas olanağı sağlar. Temas (connect), iletişim (communication) ve ilişkiden (relation) farklıdır. Mesela Nokia’nın sloganı ‘connecting people’dır. Birbirlerinden ayırmak gerekir. Bir ilişki ‘enter’ tuşu ile ‘delete’ tuşu arasında yaşanamaz ki. Sanal dünyanın bu kadar rağbet görmesinin art alanında, bireyin reel dünyada yaşadığı özgürlük ihtiyacı ile aidiyet ihtiyacı arasındaki gerilimin sanal dünyada yumuşatılması yatar. Sanal dünya hem özgür bırakıp hem de ait kılarak (bağlayarak) iki ihtiyacı da karşılıyor hissi verir.”
Ankara'da bir avm'de, sıtarbaks kuyruğunda, ayakta, akıllı telefonumdan yazıyorum bu satırları. Sadece markaları görebilen gözleriyle "yürüyen para harcama makinasına" dönüşmüş, kazık marka yiyecek, içecek, mekan masrafının zararını da instagramda fotoğraf paylaşarak çıkaracak insanların arasında. Annem babam burada. Ankara'da. Ne gitmesi, aramaya vakit yok. "Hal"im yok. (Bkz. Hali vakti yerinde) Allahtan, arşivden eski fotoğrafları koyup, "Ah anam vah babam" edebiyatı yapacak kadar düşmedim henüz.
Konu uzun mu uzun. Derin mi derin. Halimiz perişan ki sormayın. Azrail gelse dese ki "Hadi cennete. Fakat cennete gitmek için öldüğünü kimse bilmeyecek. Ya da cennetten tek kare görüntü paylaş sonra da seni cehenneme atayım." Korkarım çoğumuz sosyal medya takipçilerimize "Vallahi cennete gitmiş" dedirtmek için koşa koşa cehenneme gidecektir.
Aslında Türkiye'nin çok gizli ve çok vahim bir derdinden söz ediyorum. İletişim derdi. Türkiye ekonomiden siyasete, kadın erkek ilişkisinden ekonomiye kadar her alanda, yüzyüze iletişimi öğrenemeden hatta iletişimi açıkça "naif-safçana" bulduğu, katı ve ketum bir dönemden çenesinin bağlarının çözüldüğü cıvık ve yılışık bir döneme girdi.
Bu nasıl bir görünme derdi Ya Rabbi!
Oturduğumuz yerden habire (uydurma ve kopi past) Mevlana sözleri paylaşıyoruz ama ne olduğumuz gibiyiz ne de göründüğümüz gibi olmaya yetecek aklımız, görgümüz, duygumuz var. Paramız da yok. Görgüsüzlük ve cehalet servet sosuyla yenilir yutulur hale gelebilir ama parasızlıkla birleşince gerçekten dayanılmaz oluyor, ortaya bizim hem kel hem fodul sosyal medya paylaşımlarımız çıkıyor.
Devletin, eğitimle, kültürle donatamadığı, sivil toplumun, ailenin, mahallenin saygınlıkla, sevecenlikle mücehhez kılamadığı, caminin ruhlarını ahlakla, incelikle yoğuramadığı, ideolojilerin, siyasi görüşlerin dünyalarını özgürleştiremediği, zenginleştiremediği yığınlar, ayranı yok içmeye fakat bir görünme, bir iyi görünme kuyruğunda.
Benden duymuş olma da, dudaklarını büze büze paylaştığın fotoğraflarda, banka ya da market promosyonu plastik duvar saatini, soluk yeşil yahut çivit mavi naylon çamaşır sepetinin içindeki çiçekli, pazen pijamaların buruş buruş ütü beklediğini herkes görüyor, sevgili selfi tutkunu genç kız!
Padişah yahut evliya türbesinde sandukaya sırtını dönerek uhrevi pozlar veren akıncı ve dindar delikanlı, sen de şunu bil, onlar ölü değil, sırt dönülmez, ayak ucunda edeple dur, büyüklerin önüne öyle geçilmez, kahramanlık da, inanç da önce edepledir, doblonun arkasına tuğra çıkartması yapıştırmakla değil.
Karısına yüzlerce takipçili hesaplardan iltifatlar yağdıran erkekler de yazdıklarını, çekip paylaştıkları fotoğrafları bekar erkeklerin de gördüğünü hesaba katsalar iyi olur. Bir de tüyo size, kadınlar aşkın kulaklarına fısıldanmasını sokaklarda bağırılmasına daima tercih ederler!
Ağzına kadar boşboğazlık ve laf sokmayla, haset, kıskançlık ve teşhircilikle dolu, yalan dolan, biraz da sen oyalan dünyasının adsız kahramanları! Hepiniz ilgi çekicisiniz. Amenna. Peki hepiniz birden aynı anda meşhur olunca sizi ayrı ayrı kim tanıyacak? Gerçek bir dost bulun!
Ana babasının arşivden fotoğrafını koyup tatile kaçan evlat, meğer sen ne romantikmişsin! İki satır kitap okumamış vatandaş, meğer sen ne feylesof, ne özdeyiş meraklısıymışsın! Meğer sen ne muharrir imişsin!
Bir avuç yahudi zalim, milyonlarca tivite aldırmadan, feysbuktaki tehditlerden hiç korkmadan Kudüs'ü nasıl esir alıyor, Mescid-i Aksa'yı, ilk kıbleni nasıl senin secdene yasaklıyor, anlıyor musun?
Sosyal olmak yerine sosyal medyada olman yüzünden, gerçek yerine yalanı tercih etmen yüzünden, bilgili olmak yerine bilgiç olman yüzünden, olmak, görmek yerine öyle görünmek, öyle göstermek yalanın yüzünden.
Feyste beğen tıkla, paylaş, retivitle bu yazıyı hemen! Ben bir işe yaradığımı düşüneyim, sen kendini iyi hisset, avunalım birlikte.