Vagon'un oradan çarşıya gideceğim. Yolumu Mithatpaşa Ortaokulu'nun önünden, fabrikanın karşısındaki bahçeli evlerin arasından geçirdim. Hani Donatım'a kadar Çark Deresi'ne bakan evler, Tank Palet'e doğru. Geçirdim diyorum, kendimi oradan geçerken buldum demek daha doğru. Böyle yolculukları olur insanın, kendiliğinden çıktığı, kendine çıkan. Evlerden birinin yıkılmakta olduğunu gördüm. Bahçe kapısında bir mor salkım olan ev. Bunu görecekmişim, dedim içimden. Yola bakan iki penceresinin önünden kırmızı pinokyomla sabah akşam ne çok geçmiştim ortaokuldan mezun olana kadar. Çocukluk işte. Herkesin içinde vardır böyle sokaklar, evler, kapılar, mor salkımlar. Yok mudur, diye düşünürken bir daüssıla dalgınlığıyla, nasıl olduysa Göçmenevler'de buldum kendimi. Baktım çocukluğunun, gençliğinin etrafında, içinde dolanıyor Zafer, sesini çıkarmadı Cihat, usulca eşlik etti ona. Birden karşımızda Nefise Hala'nın evi. Durduk. Acaba Selim Gündüzalp'ten önce vefat etmiş olabilir mi, dedi Zafer. Bilmem ki, dedi Cihat. İki katlı evin üst katında oturuyorlardı. Merdivenlere baktık. Pencerelere. Perdelere. Bir netice çıkaramadık. Ne yaşıyordu o ev eskisi gibi, ne de evdekilerin göçmüş olduğuna dair bir işaret vardı. Sanki belirsiz bir zamanın içinde öylece donup kalmıştı ev. Çık yukarı, çal zili, dedim Zafer'e. Yok, çıkmadı. O merdivenleri tekrar çıkmaya, duvarlarına, eşyalarına Fatiha'lar, Yasin'ler, Tebareke'ler sinmiş temiz, mütevazı odalarla yüzleşmeye takatimiz yoktu.

Nefise Hala meğer daha yola çıkmamış o vakit. Demek çok sevdiği yeğeni Selim Gündüzalp'in acısıyla yaşamış bugüne kadar. "Gönüller Yapmaya Gelenler" yazısındaki Nefise Hala. Neden gidip okumamışım yazıyı, el öpüp teşekkür etmemişim. Kimin ölümüne hazırdık ki?

"Göçmenevler’e gidiyoruz, dolmuştan inmişiz, isli yağmurlarıyla sarmaş dolaş olmuşuz Adapazarı’nın, bahçe içinde, çık merdiveni, ikinci kat, gözlükleri, küçük çiçekli elbiseleri ve müsekkin gibi gülümsemeleriyle açacak kapıyı Nefise Hala, sucuklu yumurta yapacak. "Çorbam var, yemeğim var" diyecek, "yok" diyeceğiz, "sucuklu yumurta, iki yumurta kır yeter." Enişte export malboro çıkaracak çekmeceden bir paket, videoyu da açacağız, TRT’nin 80’lerde çektiği Necip Fazıl Belgeseli’ni seyredeceğiz. Her Perşembe. Ezbere bilirim o siyah beyaz belgeseli. 2004’te “Üstad” belgeseli çekilebilsin diye perişan olmamda payı var mıdır acaba o günlerin? Şimdi yine burnumda sucuklu yumurtanın kokusu. Enişte sessizce yanımızda oturur, Nefise Hala sütlü Nescafe yapar, gider uzun uzun namaz kılar içeriki odada, elinde tesbihiyle gelir, daha duası bitmemiş, "çok içme evladım" der, "çok içme, yazık."

Yazık? Bence de! Çok yazık. Sigara dumanı gibi dağıldı, geçti gitti o günler. Herkes Müslüman olacak, herkes “Çağrı”daki gibi, Anthony Quin gibi olacak, dünya kurtulacak sanıyordum. Herkes bir şeyler oldu, en azından meşhur oldu, zengin oldu, milletvekili, belediye başkanı oldu. Ben onlardan hiçbiri olamadığım gibi o hayal ettiğim Müslümanlardan biri de olamadım. Ama çok güzel sucuklu yumurtalar yedim, çok güzel Nefise Hala’lar gördüm. Nefise Hala, Hüseyin Ağabey’in halası, rahmetli Hurdacı Osman’ın kız kardeşi. Bir radyo aldım Osman Amca’dan, yıkadım Orhan Caminin şadırvanında, götürdüm Radyocu Naim’e, söktürdüm içini sadece istasyon çizelgesi ve düğmeleri kalmacasına, kitaplık yaptım eski radyoyu, 1992’de, ART’de masama koydum. Radyocuyum, programımın adı, “Yıldızlara Tırmanmak”... “Radyo Dergisi”… Spotu, “Hayatınızı deniz seviyesinden yukarı çıkarın!” Selahattin Ağabey buldu elbet spotu, nerede bende o yetenek?

"Bu kitabı okumadın değil mi" dedi, "hayır" dedim, "iyi, oku o zaman" dedi. Evde sabaha karşı o kitabın içinden tam on adet banknot çıktı en büyüğünden, gıcır gıcır. Sömestr tatili diye o ay bursumu vermemişler Müslüman ağabeylerim. "Tatilde yemek yemiyor mu, çay içmiyor mu talebe" demiş, kızmıştı, demek tanıyordu bursumu verenleri. Üç gün sonra gidebildim Yenicami’deki kahveye. İçeri girer girmez, "sus" deyip bir de özür dilemez mi? "Biliyorsun param yok hiç, aslında daha çok vermem lazım sana" diyor. Bilmez miyim, sigara alacak parası yok, posterlerini satmış, ucuza, aldığıyla borcunu kapatamayacak, bu para aldığının önemli kısmı üstelik. Evliyalar gördüm ben…"

Evliyalar gördüm diye yazmışım. Gönüller yapmaya gelenler. Birer birer ayrılıp gittiler aramızdan. Nefise Hala da şimdi gerçek hayatta. Biz, çoğu kabusa dönen bir rüyadayız. Uyandığımızda, ivazsız bir imanın gösterişsiz kahramanları olan, mütebessim ve müşfik Nefise Hala'ların dizi dibinde olur muyuz diye kırık bir umut beslemekten başka ne kaldı elimizde?

Taşöz Han'ın soğuk ve çıplak duvarlarında Selim Gündüzalp'in İstanbul semalarına erguvan erguvan yayılan saba makamında bahar ezanları gibi kadife sesinin çınlayışlarını yalnız birkaç delikanlının duyduğu günlerde, inanmayacaksınız belki, kuru ekmek ve mercimek çorbasından ibaret tek öğün, çok kitap, çok dava günlerinin tek istisnası Nefise Hala'nın sucuklu yumurtaları ve neskafeleriydi. Tek lüksümüz buydu. Müslümanların mala mülke düşmediği, makam mevkiye üşüşmediği asude zamanlar yaşadık. Kibirsiz, gurursuz, aşıkane, dostane, gülistane zamanlar. Kimse Selim Gündüzalp'i televizyondan tanımıyordu. Televizyonlar bizim değildi. Dünya bizim değildi. Birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Samimiyetimizden başka servetimiz. Yalnızdık. Yalnız biz, dünya sayısınca az ama mahşerî bir kalabalıkla hemhal, bizimleydik.

İşte böyle sevgili Selim Gündüzalp! Seninle belki bir kere daha vedalaşıyoruz, belki bir kere daha merhabalaşıyoruz, çok sevdiğimiz Nefise Hala'yı yanına uğurlarken.

Mekanınız Muhammed Mustafa Efendimizin rahmet kokusuyla ıtırnak, ruhlarınız cömert kullarına has bir mağfiretle ferahnak olsun.