Çölden esen hırçın  rüzgar, tek vücut halinde uçuşan toz bulutlarını, eski adı Yesrib olan bu büyülü şehrin  nazlı semasına, adeta ilmek ilmek nakşediyordu.
Hava nefes alamayacak kadar sıcak ve pusluydu...
Tedirgin bakışlar ufku süzerken; ümitsizlik her yanı sarmış, açlık ve bulaşıcı hastalıklar  dayanılmaz bir hal almıştı.
Daha ne kadar dayanabileceklerini kimseler bilmiyordu. Su stokları tükenmek üzereydi... 
İspanyol gribi ve iskorbüt hastalığı askerleri kırıp geçiriyordu. 
Çevresi ile irtibatı  tamamen kesilmiş, kuşatma altındaki bu şehirde, düşmana daha ne kadar direnebilecekleri tam anlamıyla bir muammaydı... 
Arap Yarımadası'nın yaşlı kahinleri bile, kaderleri karşısında çaresiz kalıp; yıkıcı bir  şüphe içerisinde  önlerindeki fal oklarından medet umuyorlardı. 
İaşeleri, ilaçları, tıbbi malzemeleri ve belki de en önemlisi cephaneleri her geçen gün azalıyordu.
Açlık ve yoksulluk, ıstırap dolu bulaşıcı hastalıklar ile birleşince; bu ahval düşmanın en büyük ve en etkili silahı oluyordu.
Öyle ki, kurumuş bir hurma tanesi ya da kızartılmış bir çöl çekirgesi en doyurucu yemek olarak görülüyor ve  sevinçle yiyiliyordu.
Bir matara temiz su, cennette bulunan  ab-ı  hayat çeşmesi kadar makbule geçiyordu. 
Rusçuklu Ömer Fahreddin Paşa, durumun vahametini görüyor; lakin geri adım atmak, teslim olmak istemiyordu.
Kararlıydı, Medine'yi, İslam Peygamberi'ni misafir eden  ve O'nun bir avuç ashabına şefkatle kucak açan  bu mübarek şehri teslim etmeyecekti. 
Komutanları,  Paşanın göstereceği tepkiden çekinerek, yarım ağızla da olsa  teslim olalım, teklifinde bulunduklarında, Ömer Fahreddin Paşa gözlerinden alevler çıkarırcasına;  '' Hayır! Asla! Teslim olmak yok!" diye bağırıyor, sesinin hiddeti adeta  muhataplarının kulaklarını parçalıyordu.
Payitahttan ardı ardına gelen telgraflarda, Ömer Fahreddin Paşa uyarılıyor; Medine' yi ivedilikle Şerif Hüseyin' e teslim etmesi gerektiği söyleniyordu. 
İngilizler, İstanbul Hükümeti'ni Medine direnişinin sonlandırılması hususunda sıkıştırıp; bu konuda Babıali' ye tehditler  savuruyorlardı. 
İstanbul Hükümeti ne yapacağını bilemez bir haldeydi? 
Bir yanda mukaddes topraklar, diğer yandan İngilizlerin işgal tehditleri... Koskoca devlet çaresizlik içindeydi... 
1918 tarihli Mondros Mütarekesi'nin  demir pençesi, vatan topraklarını lime lime ediyor; asırlar boyu üç kıtada hüküm sürmüş kadim  bir devlet olan Devlet-i Ali Osman,  çaresiz bir şekilde, son nefesinin çırpınışı ile can çekişiyordu.
Ama Fahreddin Paşa, nam-ı diğer '' Çöl Aslanı" ki, bu lakabı kendisine düşmanları takmıştı, bana mısın demiyor; Babıali' den gelen Medine'yi ivedilikle teslim edin emrini kaale almıyordu.
Ömer Fahrettin Paşa, odasının  pencereye bakan köşesinde durmuş, dışarıda oynayan çocukları izliyor; bir taraftan da bu kuşatmayı nasıl yarabileceğinin hesaplarını yapıyordu. 
Medine'ye, 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa tarafından, 28 Mayıs 1916 yılında gönderilmişti. 
Paşa, Medine ' ye varır varmaz bir istihbarat çalışması yaptırmış; bu çalışma sonucunda Şerif Hüseyin ve adamlarının bir isyan hazırlığı içerisinde  olduklarını, Cemal Paşa' ya arz etmişti.
Nitekim, 1916 yılının Haziran ayında, Şerif Hüseyin ve oğulları Osmanlı Devleti' ne karşı ayaklanma çıkartarak; Britanyalı  casus, arkeolog T. E. Lawrence'nin tahrik ve desteği ile halkı galeyana getirmişlerdi.
Fahreddin Paşa, birçok cephede asileri mağlup etmeyi başarmış, kontrolü büyük oranda sağlamıştı. Bu başarısı nedeni ile 15 Temmuz 1916 yılında Hicaz Kuvve-i  Seferiyyesi kumandanlığına  atanmıştı.
Ancak, isyancı bedeviler, dönemin Mekke Valisi Galib Paşa' nın bir anlık gafletinden faydalanarak; başta Mekke olmak üzere, Cidde ve Taif gibi stratejik öneme haiz merkezleri ele geçirmeyi başardılar.
Bu gelişme, Medine' de bulunan Fahreddin Paşa' yı çok zor durumda bıraktı.
Asiler, tarihi Hicaz demiryolunu tahrip ediyor, Medine' nin çevresi ile irtibatını kesip; dışarıdan lojistik destek sağlanmasına mani oluyorlardı. 
Kanal Harekatı devam ettiği için, İstanbul Hükümeti Hicaz Bölgesi' ne takviye birlikler gönderemiyordu. 
Bu nedenle Fahreddin Paşa'nın ilave kuvvet talebine olumlu cevap verilemiyor, Medine Garnizonu kendi kaderine terk ediliyordu.
İsyan hızla büyüyor ve diğer aşiretlere de sıçrıyordu. Askerin boğazından günlerdir doğru dürüst bir lokma geçmemişti. Herkes çok açtı ve doğal olarak müdafaa her anlamda  yıpratıcıydı. 
Bedevi isyanları baş gösterince, Medine' deki yerel halk evlerini terk etmek zorunda kalmışlardı.
Şehirdeki sivil nüfus büyük oranda azalmıştı. 
Fahreddin Paşa, şehri terk eden yerli halkın evlerini yağmaya karşı korumak için sayım yaptırtmış; evlerin giriş kapılarını tek tek  mühürletmişti. Ne de olsa, mümin emanete hıyanet edemezdi. 
Şehri terk etmeyen az sayıdaki yerel halk ise, korku içinde  kaderlerinin tecelli etmesini bekliyorlardı.
Yüzler bir yay gibi gergin ve donuktu.
Paşa derin bir iç çekti, nasıl yapacaktı? İki yıl yedi aydır  süren  bu şanlı müdafaayı nasıl sonlandıracaktı? 
Şerif Hüseyin ve adamlarına karşı başarı ile direnmişti. 
Medine Kalesi'ni teslim etmektense, ölmeye razıydı son Osmanlı... 
İşgalci İngiliz ordusunun desteğini alan bedevi çeteler, Medine' nin dışarı ile bağlantısını keserek; Fahreddin Paşa ve askerlerini yıldırmaya çalışıyorlardı. Asilerin tüm planı bunun üzerineydi... 
Medine tecrit edilmiş bir halde tarihin akışına meydan okuyor ve  tüm heybeti ile bu acımasız ambargoya direnmeye devam ediyordu. 
Fahreddin Paşa, sıkılı yumruğunu ahşap çalışma  masasına  bir balyoz gibi indirerek; '' Yapamam! Bu şehri, Peygamber emaneti olan bu toprakları teslim edemem! " diye haykırıyordu.
Lakin, askerlerinin yorgun ve bitap hallerini temaşa ettikçe, hicranı ve eser-i hiddeti daha da artıyordu. 
Yapamazdı, kim ne derse desin, nereden, hangi makamdan ne tür emir gelirse gelsin, bu şehri teslim edemez; o kutlu gecede rüyalar aleminde verdiği o sözü çiğneyemezdi. 
Hicaz gecelerinin  masalsı ve uhrevi bir iklimi vardır. İşte o gecelerden birinde, Ömer Fahreddin Paşa sadık  bir rüya gördü. 
Gördüğü o güzel rüya, Paşayı o kadar heyecanlandırdı ki, ter kan içerisinde uykusundan  uyandı.
Yaşlı ve bilge bedeni, sonbaharda üşüyen yaz kelebekleri gibi tir tir titriyordu.
Dili damağı kurumuş, kalbi deli bir tay gibi atıyordu.
Yatağının hemen yanı başında duran Yemen işi sehpanın üzerindeki su şişesine uzandı. Suya hasret çöl gibi kurumuş  damağına, Medine'nin o tadına doyum olmaz suyu ile can verdi.
DEVAMI YARIN...