Evet demezsek neye evet demiş olacağız?

Bunu iyi düşündüğümüz için evet diyoruz.

Keyfimizden değil.

Ne asma köprüler, ne hızlı tren, ne duble yollar, ne Kanal İstanbul.

Ne hazinedeki yüz milyar dolar, ne IMF'ye beş milyar borç vermiş olmamız.

Bunların hiçbiri yetmez evet dedirtmeye.

Üstelik insanı hayır demenin eşiğine getiren bin tane kusur var.

Uğranılan haksızlıklar için uzağa gitmeye de gerek yok.

Kendimden biliyorum vatandaşın neye kafasının bozuk olduğunu.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde nerede durduysak yine orada durduğumuz için evet diyoruz.

15 Temmuz'da nerede durduysak yine orada durduğumuz için evet diyoruz.

Keyfimizden değil.

Ne adalet inandırabilir, ne kalkınma kandırabilir bizi evet dememiz için.

Fakat şimdi hayır dersek neye evet demiş oluyoruz? Özgürlüğe mi?

Evet dersek neye evet demiş oluyoruz? Diktatörlüğe mi?

1990 olacak, belki 1991.

Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ni kazandım.

Ama kayıt yaptıramadım.

Öğrenci işlerindeki memur, kayıt için istedikleri vesikalık fotoğrafın uygun olmadığını söyledi.

Fotoğrafta sakallıydım.

"Sakal bırakamayacaksam neden ilahiyat okuyayım?" dedim.

Ne ilk üniversitemdi Dokuz Eylül İlahiyat ne de son.

1989'da, Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi'ne girebilmemi ne çok istemişti rahmetli Selahaddin Şimşek.

Özel yetenek sınavı ile öğrenci alıyordu okul. Sınav iki aşamalıydı. Yazılı sınavı adamakıllı cevaplamak 3 saatten fazla sürüyordu.

Haberi var, fotoğrafı yok, uygun resmi seçeceksin, fotoğraf var manşet yok, uygun başlık bulacaksın, bayağı bayağı dört sayfa gazete mizanpajı yapacaksın, reklam metinleri yazacaksın, görselleri var, seçeceksin, sloganlar var, uygun görsellerini bulacaksın, dil bilgisi, edebiyat, kültür sanat, sosyal bilgiler, tarih, coğrafya, genel kültür... Sınavı geçeni al Hürriyet'e genel yayın yönetmeni yap. O derece.

Üç binden fazla aday girdi yazılı sınava. Altı yüz aday sözlü sınava alınacak. Bunlardan da yedişer öğrenci dört ayrı bölüme yerleştirilecek. Ben Sinema Televizyon bölümünde okumak istiyorum. İstiyorum istemesine ama, Selahaddin Ağabey dahil herkes için bir mucizeye bağlı bu.

Yazılı sınavın ikincisi olduğum haberi geldi. Mülakata gireceğim.

Tayyip Bey'in ilk İstanbul Belediye Başkanlığından beş sene önce.

Rektör, Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen.

"Ne yaparlarsa yapsınlar, Müslümanlığını öne çıkarma" dedi Selahaddin Şimşek. Firavun zulmüne eğilmeyen Selahaddin Ağabey için bu kadar mı önemliydi bu okul? Evet.

Altı hoca, çoğu profesör, yarım ay dizilmiş koltuklarda oturup beni karşılarına aldılar. Müslümanlığımı saklayamadım. Sakalım da yoktu. Tertemiz bir memur çocuğuydum.

Generallerin ojeli, rujlu, sosyetik, kolej mezunu kızlarının, bakanların uzun saçlı, kotlarının arka ceplerinden zincirler sarkan, gitar çalıp yabancı şarkılar söyleyen oğullarının yanında, kravatlı ve tam bir taşralı memur çocuğuydum.

Kabir sualleri sordular. Nazım Hikmet şiirleri okuduğuma, Attila İlhan sevdiğime, Sait Faik hikayelerini ezbere bildiğime inanmadılar. Onlar Zafer Dergisi'ne kafayı takmışlardı. Demek o dergide yazıyordum. Gericiydim demek. Namaz da kılıyor muydum. Niye buraya gelmiştim ki. Yönetmen mi olacaktım. Said Nursi kitapları okuyan, Necip Fazıl hayranı bir İslamcıyı, Tarkovski sinemasını yemiş yutmuş olsa bile, dönemin egemenlerinin şen kahkahalar atan çocuklarına benzemeyen bu hüzünlü ve gerici çocuğu burada istemiyorlardı.

Uzun ama çok uzun sürdü o mülakat. "Her sene yazılıda birinci olup da sözlü sınavı geçemeyen öğrenci adayı bu yıl da okula alınmadı diye haberler çıkıncaya kadar her sene buradayım" dedim de öyle girdim o okula.

Eskişehir İletişim'in kantininde Sezai Karakoç okuyordum. Eskişehir'in ayazlı geceleri, kavrulan yazları ve kışın çamurlu yazın tozlu sokakları şahittir, "Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır" diyordum durmadan. Arkadaşlarım kah gülüyor kah üzülüyorlardı memur çocuğunun çaresiz gericiliğine.

Ünal Ozan'ın kurduğu belediye radyosu ART'de iftar ve sahurda canlı yayın yaparken de, hani sosyal demokratların arkamdan "şeriatçı köpek" diye bağırdığı günlerde, Türker İnanoğlu'nun televizyonlarında Tuna Huş'la, İzzet Öz'le çalışırken de, TÜRVAK'ta metin yazarlığı dersinde Hz. Ali'den menkıbeler anlatırken de masamda Kur'an, Büyük Türkçe Sözlük, İmla Kılavuzu, Osmanlıca Türkçe Lugat, Said Nursi'nin kitapları, Mehmed Akif'in Safahat'ı, Necip Fazıl'ın, Sezai Karakoç'un, Guenon'un, Hüseyin Nasr'ın, Seyyid Kutub'un, Malcolm X'in kitapları vardı.

Allah var, ART'den sonra pek gerici muamelesi görmedim. Gördüğüm zaman da gününü gösterdim buna kalkışana, hem de sopayla değil, ezberden Şekspir okuyarak, Camus, Sartre, Marks okuyarak.

Ya benim kadar inatçı olmayanlar?

Onlara ne oldu?

Bugün demokrasi elden gidiyor diye ağlaşanlar onların gözyaşlarını hiç gördüler mi?

Herşey güllük gülistanlık mı diyorum?

Devletten, memurundan, bakanından, milletvekilinden çok mu memnunum diyorum?

Eğitim şahane, ekonomi süper, kültür mükemmel, ahlak aliyyülala mı diyorum?

Kentsel dönüşüm muazzam, şehirler cennet mi diyorum?

Yoksa bunlara hayır mı diyorum?

Bunlara hayır demek 16 Nisan'da evet demekle mümkün.

Evet.

Tayyip Bey Cumhurbaşkanı olmadan önce televizyonlarda kampanya filmini görünce de bunları düşünmüştüm.

Tayyip Bey o şiiri okuyordu. Eskişehir'de, Büyükerşen'in rektör olduğu okulun kantininde okuduğum şiiri. Sezai Bey'in şiirini. "Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır" diyordu. Gençliğim Çankaya'ya çıkıyordu. Benim için bu kadar yılın, emeğin, mücadelenin, davanın ve meselenin özeti buydu.

Keyfimizden mi evet diyoruz? Asla. Asla ve kat'a. Evet demezsek nelere evet demiş olacağımızı iyi düşündüğümüz için evet diyoruz. Evet demezsek neleri davet etmiş olacağımızı çok iyi bildiğimiz için evet diyoruz.

Neymiş?

Evet dersek diktatörlük gelecekmiş. Anlatamadım galiba. Biz o "gelir ha" dediğiniz şeyin tam ortasından geliyoruz.

Keyfimizden evet demiyoruz.

Şimdi çok korktuğunuz ama senelerce millete daniskasını yaptığınız zulüm günlerine dönmeyeceğiz.

Evet. İyi olacak.