Kentsel dönüşümden söz etmiyorum. Elbette Türkiye, inşaat sektörü durdu mu neredeyse bütün sektörlerde boğulma noktasına kolaylıkla geliveren bir ülke ve devlet hala atılan her betonun ihalesinde söz sahibi ama benim dediğim bu değil.

Bir çok kentinde hasarlı bina sorununu bile hala çözememiş olmasından tut, geç Osmanlı ve genç Cumhuriyet dahil hala doğru düzgün kentler kuramamış olmasına kadar neresinden tutsan elinde kalan, kargacık burgacık, otoparksız, yeşil alansız, her balkonu başka doğrama, her duvarı ayrı klima, her penceresi ayrı çanak antenli binalarıyla tam bir Ortadoğu manzarası çizen kasabadan bozma şehirleriyle Türkiye tabii ki inşaatı bitmeyen, bitmeyecek bir ülke ne yazık ki.

Benim derdim, dediğim başka. Açayım. İsterseniz geniş alalım. Ülkenin psikolojisi, donanımı, sermayesi kentlerin elini yüzünü belirliyor. 50 yıldır gelişmekte olan ve hala gelişemeyen ülkelerin kentleri de merkezi idarelerinin halet-i ruhiyesini caddelerine ve sokaklarına yansıtıyor.

Başbakan ziyaretlerinde, başbakanın geçeceği güzergahın asfaltlanıp boyandığı, yol kenarlarının bir gecede ağaçlandırıldığı, o ağaçların sonra sulanmayıp kuruduğu kentler, dalkavukluk, yaranma, şirin görünme alışkanlığının o ülkede bir gelenek olduğunu, bunun da aslında görünenin aksine savsaklama ve geçiştirme anlamına geldiğini itiraf ediyorlar.

Hesabı sorulmadığına göre, merkez ya bundan memnundur, göz yummaktadır ya da merkezin kenardan, taşradan haberi yoktur. İkisi de malum değneğin uçları, seçiniz, tutunuz.

Tersinden bakarsak, her evinde çocuğun babasını, babasının anasını, anasının da dünyayı asla ve kat’a anlamadığı bir yana bunların birbirleriyle konuşmadığı, bırakın bir kitabı, bir filmi, bir müziği, bir resmi tartışmayı, kendi başlarına bile iki satır okumaya sayfa çevirmediği evler sizce nerededir? Gelişmekte olan ülkelerde! Gelişmekte ve bir türlü gelişmiş olamamakta olan ülkelerde!

Çöpü zamanında toplanmayan, kaldırımından aşağı ayağın bir kayarsa yardan uçmuş gibi düşüp kafanı yaracağın, arabalar hızlı geçmesin diye devasa tümsekleri, kimin kazdığı, kimin kapadığı belli olmayan çukurlarıyla ve geceleri sürüyle gezen köpekleriyle müzeyyen sokaklarıyla meşhur kentlerin oluşturduğu ülkelerde inşaat elbette bitmez.

Cami diye inşa ettiğin mekanın görselliği kadar ruhaniyeti de, orada okunan hutbenin irad edilme biçimi de, imam efendinin sesinin tonu da, başındaki ucuz sarık kirlenmesin diye naylonla kaplı olması da, Cuma namazı bitti zannedip farzdan sonra kaçarcasına dışarı çıkan cemaatin ayakkabılarını bir metre yukarıdan paat paat yere atması da, kapıda, deterjan ve bisküvi kolileriyle istisnasız ve aralıksız para toplanması da son derece birbiriyle mütenasiptir.

Çünkü sadece caminin değil, müminin de inşaatı bitmemiştir. Sadece öğrencinin değil profesörün de inşaatı bitmemiştir. Sadece seçenin değil, seçilenin de inşaatı bitmemiştir. Müteahhitin bırakıp kaçtığı kooperatif evi gibi natamam adamlar olarak hangimiz inşaatımızın bittiğini iddia edebilir ki?

Toparlayalım.

Sermaye birikiminin gerçekleşememiş olması değil sorun, zihinsel olarak da sermaye sorunu var bu ülkede. Neden sabah akşam kalite, markalaşma diyor ama bir türlü adam gibi kurumsallaşamıyoruz sizce?

Ne demiş atalarımız bin sene evvel: “Devlet kılıçla olur. Kılıç parayla olur. Para halkla olur. Halk adaletle.”

Halk nerede? Sokaklarda. Adalet nerede? Sokaklarda. Demek ki para yok. Para yoksa kılıç yani füze? Amerika’da, Rusya’da. Kimin için ölüyorsun anladın mı şimdi? Silah tüccarı için. Çünkü ne teknoloji geliştirmeye ayıracak paran var ne de kıyıp da parayı versen bilim üretecek kafan!

İnşaat niye bitmiyor? Proje yok. Ruhlarımız mimarsız. Kalbimiz imarsız ve ruhlarımız mimarsız. Kalfa bulsan şükret. Amele işi bütün binalarımız. Önce malzeme yanlış. Sonra kapıdaki bekçi dahil malzemeden çalmayan yok. E, senin arsa da babanın malı değil ki be birader, buz gibi kamu arazisi, aparmışın milletin malını devletten. Keser döner sap döner de hesap dönmez mi? Niye yaptın? Çünkü sen elhamdülillah ve çok şükür ve Allah imandan ayırmasın ve kırkbir kere maşallah dini bütün bir Müslümansın ama başta sen tamamlanmamış bir projesin.

Ruhlarımız mimarsız dedim ya.

 (Not 1: 2014'te tam da bugün yayımlanan bir yazıyı tekrar ettim, bu ülkenin en iyi tarafı bu, yazıyorsun kırk sene taze kalıyor.)

(Not 2: Bu hafta "ıhlamur" hakkında yazacaktım. Yazdım da. Öyle "ıhlamurlar altında" tadında romantik bir eylül yazısı değil. Ihlamurlar altında kalan bir belediye yazısı. Neymiş? Ağlattıkları ihtiyar dilenciymiş, malı mülkü varmış, zenginmiş. İyi ya, biz adam fakir demedik ki! Biz belediye yönetimi fakir, belediyenin halkla ilişkisi züğürt diyoruz. Bize ne adamın malından? Biz ıhlamurlarla ilgileniyoruz. Büyükşehirin bayram arefesi altında kaldığı ıhlamurlarla. Yaa, işte hayat böyledir, sen şehre Uzunçarşı'sından, tren garından vurursun, hayat seni ıhlamur dallarıyla, kokularıyla cezalandırır. "Belânın büyüğü, belânın nerden geldiğini bilmemektir!" demiş büyükler. Ah o cahil kibriniz yok mu? O gururlu hamakatiniz kulağınıza "Bela neymiş?" diye fisıldamıyorsa ben de ıhlamurdan anlamıyorum arkadaş.)