Attilâ İlhan’ın “Hangi” ön adıyla başlayan bir düşünce kitapları serisi vardır; “Hangi Batı?”, “Hangi Sol?”, “Hangi Edebiyat?”, “Hangi Atatürk?”, “Hangi Laiklik?”… İçinde barındırdığı fikirler bakımından çoğunun bugün bir orijinalliği kalmamış olsa da (Rahmetli Selahaddin Şimşek, Attilâ İlhan’a atfen, “Onun söyleyip de orijinal kabul edilen her şeyi Tunuslu Hayrettin, Said Halim Paşa söylemiştir; Necip Fazıl, Sezai Karakoç bir ömür boyu söylemiştir. Ama Attilâ İlhan, onları nereden aldığını söylemiyor!” şeklindeki tespitini bundan bir otuz yıl önce yapmıştı!) okunup değerlendirmenin gereksiz bir uğraş olmayacağını söyleyebilirim. Henüz okumadıysanız istediğiniz “Hangi?”den başlayabilirsiniz, zira önemli olan sayfaları çevirirken sizin hangi “Hangi?”lere takılacağınızdır. “Hangi Modernlik?” mi, yoksa “Hangi Müslümanlık?” mı sizi alakadar eden? “Hangi Adalet?”, “Hangi Demokrasi?”, “Hangi Siyaset?” mi? “Hangi Küreselleşme?” ya da “Hangi Kapitalizm?” mi yoksa? “Hangi Toplum?” da olabilir pek ala!

Öyleyse herkesin zihnini meşgul eden bir “Hangi?”si var demektir. Benimse son zamanlarda kendi kendime yönelttiğim “Hangi?”nin yanında insanlık yer alıyor, “Hangi İnsanlık?”diye soruyor ve tabii ki kesin bir cevaba varamıyorum. Bu soruyu özellikle Müslüman âlemi olarak Kurban Bayramı’nı idrak ettiğimiz bugünlerde daha sık sorar oldum. Sebebi şu: Türkçede “yaklaşmak, yakınlaşmak” anlamına gelen “kurb”dan türemiş Arapça bir sözcük olan “Kurban”, (Kurbet, kurbiyyet vb. de aynı kökten türemiştir) biz Müslümanlara emredildiği üzere vasıfları belirlenmiş bir küçük veya büyükbaş hayvanın kesilerek etlerinin de mümkün mertebe ihtiyacı olanlara paylaştırılması esasına dayanıyor. “Kan akıtmak” ise bu ibadetteki “kurbiyyet”in sembolik bir aracı sadece. Akıtılan kan, somut manada Yaratana ulaşmıyor belki ama taşıdığı niyet bakımından Allah’a yaklaşmanın bir sembolü oluyor. Peki, gücü yeten Müslüman her sene bu ibadeti yerine getirerek, yani kan akıtarak Allah’la olan rabıtasını güçlendirmeye çalışırken, acaba beraber yaşadığı toplumun diğer fertleriyle nasıl bir ilişki içinde bulunduğunun farkında mı?

Bram Stoker’ın sinemaya da uyarlanmış olan meşhur Dracula romanı, Transilvanya’daki şatosunda yaşayan bir kontun nasıl kan emici bir yaratık haline geldiğini anlatır. Sahip olduğu edebî yetkinliğiyle farklı düzlemlerde okuması yapılabilecek olan bu romanda esas kahraman, kalkık yakaları, uzun ceketi, bembeyaz yüzü ve sipsivri dişleriyle, karanlıkları seven, gün ışığından hiç hazzetmeyen Kont Dracula’dır. Aslında Fatih Sultan Mehmet dönemindeki Sırp Prensi Kazıklı Voyvoda’ya kadar uzanan bir tarihsel figür olduğu halde romanın ve tabii bu romanı defalarca sinemaya uyarlayan film yapımcılarının sayesinde efsaneleşen Dracula, bugün dünyanın her yerinde kan emerek varlığını sürdüren vampir olarak bilinmektedir. Bu sebeple, aramızda bize zarar veren, bizi sömüren veya hayatımızı bir şekilde kısıtlayan, çıkmaza sokan kimseler için “vampir” tabirini kullanır, o kimsenin kanımızı emdiğinden söz ederiz ki bu da semboliktir elbette.

“Hangi İnsanlık?” sorusuna cevap aramaya kalktığımız vakit işte bu kan emiciliğin toplumsal yaygınlığını dehşetle fark eder hale geliyoruz. Bugün, Müslümanların Kurban Bayramı’nın bir gereği olan “kan akıtma”ya küçümseyici ve kötümser bir nazarla bakıp suçlamalar yöneltenlere aynı düşük seviyede cevaplar vermek yerine “Leküm dîniküm veliye dîn” diyip geçmenin ve fakat aynayı kendimize tutmayı denemenin zamanı değil midir? Aynada gözükenin ne olduğuna gelince, ya yaşça ilerlemiş ya olgun ya da yetişme çağında; sureta insan ama ruhu kan emmeye teşne bir vampir! Bugün aslında Müslümanların sahip olduğu hassasiyetlerin çok azını bünyesinde barındıran Batılı toplumlardan bile ileri düzeyde bir kan emicilik vasfına eriştiğimizin farkında değiliz. Uzun ve sivri dişlerimizin olmamasına, güpegündüz de ortalıkta görünür olmamıza bakmayın, neredeyse hepimiz; şehirlerde, kasabalarda, metropollerde yaşayan hemen herkes, bir şekilde, birbirimizin Dracula’sı olmuşuz. Patron çalışanının, satıcı müşterinin, doktor hastasının, aile fertleri birbirlerinin kanını ufak ufak ama göstere göstere emer halde artık!

Her şeyimiz para ve çıkar ilişkisine gelmiş dayanmış durumda. Cebimde param yoksa bankacı için bir hiçim! Aynı bankacı param olduğu sürece beni uygun yollardan ömür boyu sömürebilir. Hesabı ödeyene kadar lokantacı, bahşişi verene kadar garson için velinimetim, onlardan her türlü saygı ve ilgiyi görürüm ama bunlara yetecek kazancım bulunmuyorsa değerim onların gözünde sıfırdır. En son ne zaman dünyalık bir işte size faydası dokunamayacak bir arkadaşınızı, akrabanızı aradınız veya görmeye gittiniz? Ama yıllardır hatırınızı sormadığı halde kendisini filan kişiyle tanıştırmanız için ısrarla telefonunuzu çaldıran o eski dost artık sizi de hiç şaşırtmıyor değil mi?

Altındaki lüks otomobilin bir haftalık benzinini karşılayacak bir parayı çalışanına çok gören fabrikatör mü dünyayı daha yaşanılası bir yer haline getirecek yoksa karısının saç kesimini emrindeki öğlen yediği bulgur pilavıyla karnı guruldayan askere bedava yaptıran komutan mı? Yüzünüze yahut duruşunuza yansıyan bir “hikâyeniz” varsa fotoğraf sanatçısı için kısa süreliğine önem arz edersiniz, değilse o da yok!

Selamlaşma yok, tebessüm hiç yok, anlayış, merhamet, nezaket, kibarlık dağa kaçmış; çatık kaş, kavga etmeye teşne bir eda ve duruş, bencillik, hiddet ve asabiyet hep var! Yaralıyor ve yaralanıyoruz, ne için? Bir yandan Allah’a yaklaşmak için kurban kesmek yoluyla “kan akıtan” biz Müslümanlar, öbür yandan üç kuruşluk dünya kazançları için hırsla, kinle, nefretle veya sözde kibarlıkla birbirimizin kanını emip duruyoruz. Neden? “Hangi insanlık” için?

“Allahım! Bizler, dünyayı dolduranlar.
Gülen, ağlayan, türlü türlü konuşan.
Birbirini yemek için boğuşan
Biz, insanlar...

Dudaklarının ucunda yalanları,
Damarlarında kan, etlerinde şehvet,
Kin, garez, hırs, hiddet...
Allah’ım! Sen yaratmadın insanları.”

                                   Ziya Osman Saba