Dün 28 Şubat 2017 idi. Bundan tam 20 yıl önce, 28 Şubat 1997 de;

               Anadolu’nun bağrından, özünden, binlerce yıllık tarihinden, kültür ve medeniyetinden  çıkmış bir insan, “yerli, milli ve İslami” bir lider ve  arkasından giden yine aynı özelliklere havi  milyonlarca ezilen mazlumların;  dişinden tırnağından artırarak, dişi ve tırnağıyla kazıyarak , mevcut hukuk içerisinde seçilerek iktidara gelmiş bir hükümet, akla hayale gelmedik Bizans oyunları, hukuksuzluk, zorbalık, entrika,  alavere dalavere  ve kalleşlikle ile alaşağı edilmişti.

             Emperyalist ve ziyonist egemenler öyle istemişti!

             Onların istemesi ve dilemesi anlaşılır bir durumdu!

             Zira, tarih boyu yaptıkları buydu ve bu “Haçlı ve ziyonist” zihniyetinden hiç vazgeçmemişlerdi. Anlaşılması, algılanması ve akılla izah edilmesi zor olan; bunu içerdeki işbirlikçi ya da bizden olan  “gafil” çevrelerle yapmış olmaları idi!

             “Peygamber ocağı” dediğimiz Ordumuzun üst düzey komuta kademesinin bir kısmının  buna alet edilmesi ise, en  anlaşılmaz ve kabul edilemez, eşyanın tabiatına  en aykırı, en acı  tarafıydı.

              Bugün, hukuksuzluktan, partizanlıktan ve ezilmişlikten bahseden birçok gazeteci, yazar, parti, oda, dernek, vakıf ve sendikacı, o dönemde bu “uyuz” darbeye destek vermiş, alkış tutmuş veya en azından sessiz kalmıştı.

              Türkiye birçok darbe görmüştü.  Ama böylesini ilk defa görüyordu.

              12 Eylül 1980 darbesinin, bütün haksızlık ve hukuksuzluklarına rağmen, anlaşılır bir tarafı vardı. Bu darbenin hazır veya hazırlanmış bir altyapısı mevcuttu.

               Sokaklar kan gölüne dönmüş, binlerce genç öldürülmüş, ülke asayişi yok edilmiş, kurumlar ve meclis işlemez hale gelmiş, ülke insanı birbirine düşman edilmişti.

               Millet “bu kan dursun da ne olursa olsun” noktasına gelmiş, darbeyi desteklemişti.

               Hepimiz aynı kanaatte ve beklenti de idik. Akan kanın durması tek hedefimizdi.

               Ama, 28 Şubat’ın hiçbir gerekçesi, altyapısı, hazır ya da hazırlanmış bir zemini yoktu.

               Suni gayretlerle, zorlama, entrika, dalavere, algı, iftira, karalama, çamur atma oyunları, “irtica” öcü ve paranoyası ile zoraki bir gerekçe, bir yapay altyapı oluşturularak, “Fadime Şahinler,” “Kalkancılar,” “Aczimendiler” icat edilerek, binbir senaryolar yazılıp, oyuncular bulunarak darbeye gerekçe oluşturulmuş, anayasa, yasa, hukuk ve vicdan yerle yeksan edilerek bir hükümet alaşağı edilmiş, partisi kapatılmış, böldürülmüş,  yalan ve iftiralarla yargılanmıştı. BU DARBE, KELİMENİN TAM ANLAMIYLA BİR “AKIL TUTULMASI” idi

                O dönem de, İslami hassasiyetleri olan bir insan hakları derneğinin başında “hizmetkar/ hamal” olarak bulunduğum için, postmodern darbeyi adım adım izlemiş, kendi halkına ve çocuklarına yapılan “hak kısıtlamaları ve zulme” her aşamasında karşı çıkmış, hukuksuzluklara karşı, gücümüzü fersah fersah aşarak direnmiştik. Ne yazık ki, bugün darbelere karşı kahraman kesilenlerin  ve de iktidar nimetlerinden alabildiğine yararlananların kahir ekseriyetini yanımızda göremediğimiz gibi, önümüzde engel ve ayak bağı görmüş, bir kısmı masa altlarına saklanmış, bir kısmı ise, çok küçük makamlarını korumak için, darbecilerden daha zorba uygulamaların maşası halinde idi. Neden böyle yapıyorsunuz sorumuza ise; “ne yapayım, emir böyle” diyorlardı!

                  Darbeyi takip eden yıllar da, bulunduğumuz ili ziyaret edecek AB temsilcilerinin, ziyaret pıroğramlarında bizim derneği de ( bu derneğin daha sonraki menfi çizgisi ve terörist çevrelere olan duyarsızlığı nedeniyle hiçbir ilgim kalmamıştır) gören,  zamanın Dışişleri bakanı, ilin valiliğine faks çekmiş ve AB temsilcilerinin, bizim derneği ziyaret etmemelerini, bunun yerine, hafızam beni yanıltmıyorsa, anneler, çocuk yuvası ve benzeri dernekleri önerdiğini, bizim derneği ziyaretleri halinde doğacak sonuçlardan sorumlu olmadıklarını da, bir tehdit olarak ekleyerek, ziyaretlerini engellemiş, pıroğramlarında olan ve bizim gibi engel görülmeyen İHD de kendileriyle buluşmak ve görüşmek zorunda kalmış, görüşmede de, çifte sıtandartlı Türkiye ziyaret ve alakalarını, Müslümanların hakları ile değil de, terörist ve katillerin hakları ile ilgilenmeleri garabetini yüzlerine karşı söylemiştik.

                     Hiç şüphesiz o yıllar geride kaldı ve aradan 20 yıl geçti. Bütün mesele, her yıl bu ve benzeri darbeleri anmak, yuhalamak ve intikam almak  olmamalıdır.

                     Başta hükümetlerin, herkesin ve hepimizin vazifesi; darbeyi, hukuksuzluğu, adaletsizliği, ayrımcılığı, ötekileştirmeyi, kutuplaştırmayı, germeyi ve gerginleştirmeyi ortadan kaldıracak, birlik ve kardeşliği sağlayacak, yeni paranoya ve öcülerle, suçsuz insanların mağdur ve  28 Şubat hukuksuzlarının tekrar edilmemesi,  bütün bir milletin  temsil edildiği bir meclis ve idare ile herkesin mutlu olduğu, tam bağımsız ve adil bir yargının oluşturulması, “TEK VATAN,TEK DEVLET, TEK MİLLET, TEK BAYRAK VE TEK RESMİ DİL” esasına dayanan, uniter yapıyı koruyan  bir “ADALET CUMHURİYETİNİ” tesis edilmesidir.

                     Emperyalist ve ziyonist çevreler, her zaman ve her devir de, her kesimden işbirlikçi ya da iktidar karşılığında içerden ortak bulabilmişlerdir. Bütün mesele bunlara alet olmamak, “milli duruş ve çözüm” üretmektir. Bu milli duruşu rahmetli Erbakan yapmaya çalışmış, ama, kendi  halkının rütbelisi, hakimi, yazarı, gazetecisi, işadamı, oda, dernek, vakıf, parti ve sendikaları tarafından kalleşçe arkadan vurulmuş. Yine çok acıdır ki, doğru dürüst bir 28 Şubat yargılaması da yapılmamıştır.

                     Bugünlerin  sebebini, 28 Şubat 1997 de aramalı, bu günün, o günlerin ürünü ve sonucu olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.