Hilal ile Salib’in, Hilal ile Haç’ın, Müslüman ümmet ile Haçlı sürülerinin savaşı olan ve yarın 18 Mart’ta 106. Sene-i devriyesini kutlayacağımız ÇANAKKALE MÜDAFAASI, DİRENİŞİ ve KAHRAMAN DEDELERİMİZİN  VATAN SAVUNMASI; tarihin en büyük vatan müdafaası olup, Salip yamyam ordusundan Churchill’in;  ”Türkler, Çanakkale'yi zorlayan çağının en ileri tekniğine sahip güçler karşısına, adeta bir kale gibi dikilmişlerdir.” dediği gibi, ecdadımız küffar karşısında bedenlerini çelikten bir kale yapmışlardır.

              Çanakkale zaferini, “ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE” şiiriyle, merhum üstat M. Akif en veciz şekilde anlatmış, üstüne söylenecek, söylenebilecek söz bırakmamıştır. 

              Kanımızı donduran, tüylerimizi diken diken eden bu şiirle, 106. Yılı tekrar anıyor, Çanakkale savaşlarının, Haç ile Hilal mücadelesinin bitmediğini, çok daha acı bir şekilde aynı çevrelerce Filistin, Afganistan, Bosna, Irak, Suriye, Libya, Yemen, D. Türkistan, Kıbrıs, Kırım, Arakan, Afrika, İran ve Türkiye’de, kısaca tüm Müslüman alemde devam ettiğini, ama karşılarında bir OSMANLI bulamadıklarını, YERLİ İŞBİRLİKÇİLERİ DE YANLARINA ALARAK VE KULLANARAK, yetim bir Müslüman dünyayı çiğneyerek ezip geçtiklerini, üzülerek ve kahrolarak  belirtir, devam eden bu savaşa karşı, 84 milyon ve tüm Türk ve Müslüman alem olarak ivedi bir araya gelmeli, kuvay-ı milliye oluşturmalı, birlik ve beraberliğimizi çelikleştirmeliyiz.  

              Aksi halde, yukarıda saydığımız Müslüman ülkelerin akıbeti bize ibret-i alem olarak yeter de artar bile. 

              ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE 

“”Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya,
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi! 

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşına da,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, ta’una da züldür bu rezil istila!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.
Maske yırtılmasa halâ bize afetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahpe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbap,
Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harap. 

Öteden saikalar parçalıyor afakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ;
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam. 

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namert eller
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyare .
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram?
Çünkü te’sis-i İlâhi o metin istihkâm. 

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer ;
Bu göğüslerse Huda’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.
Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek. 

Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitap...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. 

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat... 

Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.”” M.Akif Ersoy