Hizmetkarlık idaresinde, hizmetin başı konumunda  bulunanlar, 

       Başbakan, bakan, vekil, başkan, müdür ve benzeri halka hadim ve hademe  vazifesinde olanlar, 

       Genelde yanlışlarının görünmesini istemez, 

       Söylenmesinden hoşlanmazlar. 

       Yüksek egoları,  

       Tavan yapmış kibirleri ( öyle sürekli tebessüm etmelerine, etrafa gülücükler saçmalarına, kucaklaşıp sarılmalarına bakmayın. Onları da desinler, öyle görsünler diye yaparlar), 

       Kendilerini allame sanmaları, 

       Hatta “seçilmiş insan” olduklarına inanmaları, yanlış yapmayacakları kanaatini doğurur onlarda. 

       Çünkü her şeyi bildiklerini sanır, 

       Hem de en iyi bildiklerine inanırlar. 

       Bir kere hiçbirisi seçimle gelmez. Yani halk seçmez onları. 

       Partileri de seçmez. 

       Genel merkezden atanır, halkın önüne koyulur ve halka “seçtiğim bu adamı sen de seç’ denir. 

        Yani hepsi gerçekte atamayla iş başına gelirler. 

         Gelince de, oraya ne için geldiklerini, gerçek unvanlarını  ( hakiki unvanları milletin hadimi, hademesi, hizmetkarı, hamalı iken), 

          Kısaca milletin ‘garsonu’ olduklarını unutur, 

           Sistemin onlara resmen verdiği  müdür, başkan, bakan, başbakan gibi unvanların dayanılmaz cazibesine kapılır, 

          Millete ‘amir’ olurlar. 

            Millete ‘patron’ olurlar. 

            Böyle olunca da, patron her şeyi bilir vehmi ve kibriyle, yanlış yapmama inancına kapılır, yanlışlarını görmez, göremez, göstermez, gösterilmesine de kızarlar. 

             En sevmedikleri insan, yanlışlarını gören ve gösterenlerdir. 

             Yanlarında da, yanlışı gören ehliyette ve gösteren dirayette danışman barındırmaz, ekseriyetle maaşını alıp hiçbir işe karışmayan ve yeri geldiğinde de hep alkışlayan insanları tutar, onlara değer verirler. 

            Oysa yanlışı görebilme gayretleri ve gösterenlere değer verme anlayışları olsa, en başta kendileri, kurumları ve neticede milletin kendisi kazanacak, 

             Yanlışları asgariye inecek, ‘ kazan kazan’ sistemiyle hep kazanan olacaklardır. 

             Yanlışların doğurduğu zaman ve kaynak israfı da son bulacak, en büyük kazancı millet sağlayacaktır. 

             Diğer yandan yanlışı görmeme, yanlışa susma; 

             Yanlışı büyütür. 

             Yuvarlandıkça, yol aldıkça, zaman geçtikçe büyüyen KAR TOPU gibi olur. 

             Küçücük kartopu kadar olan yanlış, görülüp gösterilmedikçe kocaman bir KAR KÜRTÜĞÜNE dönüşür. 

             Ya da yanlış hep gizlenerek, HALI ALTINA süpürülerek, bir gün gelir halı altına da sığmaz. Orasından burasından taşmaya. 

             Veya halı altında çürümeye, halıyı da çürütmeye, 

             Etrafa dayanılmaz bir koku salmaya başlar. 

            Yani ne yaparsan yap ebediyen gizlenmez. 

             Sadece bir süre gizlenir, sadece geçici bir süre kazanılır. 

             Ama bu sefer de, geçen bu süre zarfında da sorun büyür, altından kalkınamaz hale gelir, en başta o hizmetkar başı olmak üzere, tüm ülkeye zarar verir. 

             Kesilip atılmaktan başka çare kalmaz. 

             Daha vahim olan ise, 

             Yanlışa susma;  haksızlık, hukuksuzluk, adalet ve zulme yönelik ise, 

             Sustukça herkese ulaşır ve bulaşır. 

             Zulüm herkese sırayı getirir. 

              Onun için “SUSMA, SUSARSAN SIRA SANA GELECEK” uyarısı yapılır. 

              İnsani, erdemli, faziletli ve Müslümanca olanı ise, 

              “SIRANIN SANA GELMEYECEĞİNİ BİLSEN DE SUSMA” olmalıdır. 

               Çünkü birincisinde ŞAHSİ MENFAAT, 

               İkincisinde ise TOPLUMSAL ÇIKAR vardır. 

               Müslüman, şahsi çıkarı değil, toplumsal menfaati öne koymak zorundadır. 

               Yanlışa susmanın acı sonuçlarını ise,

                Dünya da ve Türkiye'de,

                Geçmişte ve günümüzde,

                Ve halen görüyoruz.

                Çok yoğun bir şekilde görüyoruz.

                Zira TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR.

                 DERS ALINSAYDI TEKERRÜR EDER MİYDİ TARİH?