Ateş yağmuruna tutulmuş, ıssız bir şehir gibi, tüm bedeni tarifsiz bir acıyla, yanıp kavruluyor; naif ruhu, muazzez bir aşkın hicranıyla, adeta günahlarından arınıyordu.
Bir kadının, ihtiraslı kalbine sığamayacak kadar mukaddes olan bu aşk, genç adamı, kendi tavında döverek; halden hale sokuyordu.
Bu öyle yüce öyle ulvi bir aşktı ki; delikanlıyı sonsuzluğun ihtişamlı kapısına kul etmeye yetmişti bile...
“Sezai” isimli genç aşık için, artık her şey değişmiş; varlığı taşıyan terazi kırılmıştı.
Tıpkı Kays gibi, o da mecazi aşkı terk edip; hakiki aşka müptela olmuştu.
Nereye baksa O’nun cazibesini görüyor; kime dokunsa O’ nun sıcaklığını hissediyordu.
Bir muhacir kızının gözlerinde keşfettiği nur, en parlak yıldızları bile, kıskandırmaya yetmiş; genç adamı Rahmani güzelliğin kucağına atmıştı.
Delikanlının, mahzun yüzüne sinen matem, bir yafta gibi, dursa da yerli yerinde; gökkuşağının en çılgın renkleri ayaklarına serilmişçesine mutluydu, artık.
Göklerden inen bir karar vardı. Bundan böyle, hiçbir kadının ipeksi eli değemeyecekti, toprak kokan bedenine…
Cesedin aşkı ölmüş, ruhun aşkı inkişaf etmişti.
Dünyaya ait tüm apoletleri, bir kabuk gibi, söküp atmıştı yüreğinden...
Ne meta da gözü vardı; ne de dünyalık bir makamda...
Sadece, sırlanmış kelimeleri vardı; her biri yakut yeşili ve birbirinden değerli...
Bu kelimelerin sırtına vuracaktı, sinesinde taşıdığı ağır yükü...
Genç adam, bir çocuk kadar özgürdü, artık...
Ayaklarına dolanan pranga kırılmıştı.
Kelam, bazen kifayetini yitirse de, bıkıp usanmadan yazacak; En Sevgili’ ye olan aşkını mısralarla haykıracaktı.
Ansızın, ince bir gözyaşı sızarken kıraç yanaklarına o, Monna Rosa’yı, en ıssız yerlerde, beklemeye devam edecekti.