Üstat Necip Fazıl’ ın muhteşem tabiriyle; “Cüceler sirkinin baş Herkülü”, ölçüsüz aynaların karanlık yüzleri olan bu ahlak yoksulu insanlar, faili meçhul ruhlarının derinliklerinde gizledikleri haset tohumlarını itina ile büyütürler.
Nadasa bırakılmış haysiyetleri, yağmur bekleyen kurak topraklar gibi merhamete muhtaç, nefretleri sevgilerinden iki boy büyük, karakterleri ise devren satılıktır bu sanatçı müsveddelerinin.
Necip milletimizin değerleriyle uğraşmayı kutsal bir görev sayar; adına sanat dedikleri uydurulmuş bir tanrıya tapınırlar günde beş vakit.
Hakaret etmeyi özgürlük, çıplaklığı estetik, küfür etmeyi hiciv, kelime fahişeliğini edebiyat zanneder; zihinleriyle kusar, bel altlarıyla düşünür bu sıfatsız tamlamalar.
Kimi zaman bir sinema perdesinde, kimi zaman bir tiyatro sahnesinde, kimi zamansa bir ressamın tuvalinde anlatırlar müstehcen hikayelerini.
Vasat altı bir zekaya sahip olsalar da, kendi genlerinin Einstein’ dan miras kaldığına inanacak kadar da güvenirler çeyrek bitlik akıllarına.
En orijinal eleştirilerini işkembe-i kübrada büyütür, bilirkişi edasıyla gezmeye bayılır; tarih, sanat, siyaset, kısacası insana dair her şeyin, kendi sefil düşünceleri çerçevesinde şekillenmesini arzu ederler.
Onlara göre halk; kendi adına karar vermekten aciz, cehalet ehli, çoban kılıklı, bidon kafalı insancıklar yığınıdır.
Kendileri gibi düşünmeyenleri ahmaklıkla suçlar; ceddine sövmeyi büyük marifet sanar; tüm geçmişlerini topu topu doksan beş yıllık kısacık bir ana sığdırır da, üç kıta yedi iklime hükmetmiş koca bir tarihi çöpe atıverirler hemencecik.
Seçim sandığını, cemiyetlerde içerisine para zarfı atılan hediye sandıklarıyla bir tutacak kadar da ciddiyetsizdir bu fikri düşükler.
Açık oy-kapalı tasnif tarzında nostaljik bir seçim yapılana kadar sandıktan çıkacak sonucun da pek bir ehemmiyeti yoktur bunlar için…
Arzu etmedikleri birileri kazanırsa seçimleri, ya darbe şakşakçılığı yapar ya da iç savaş naraları atarlar gamlı baykuşlar gibi.
‘’ Yeter! Söz Milletindir…’’ feveranını duyunca, kedi görmüş fare misali dona kalır, o perdesiz yüzleri morun her tonunu cömertçe sergiler, hemencecik sığınıverirler ağababalarının haramzade saraylarına…
Darağacına olan merakları, ezelden kalma bir yadigar-ı ecdat olup; özlemle anarlar geçmişteki darbe günlerini. Dedeleri, ihtilal mahkemelerinin gölgesinde büyütürken o vahşi hayallerini, bunlar da kan denizinde yüzdürüyorlardı, dibi delik oyuncak gemilerini…
Cellat mezatında üç kuruşa satılmış vicdanlarının vazgeçilmez hobisi, seçilmişlere yağlı urgan pazarlamak olup; cinayet portföyleri de çok geniştir bu ceset tüccarlarının.
Seç beğen al! Dilsiz şeytana takma dil olacak kadar kirli üslupları ile çeşit çeşit idam senaryoları pazarlarlar televizyon ekranlarında.
“ Acaba, kasvetli bir gecede ayağından assak da mı sallandırsak ileri geri konuşan bu siyasileri, yoksa mahzenlerde mi zehirletsek iktidarın sehven seçilmiş milletvekillerini. Belki de önce kalabalıklar önünde aşağılamalı Sayın Başvekili, sonra da uzun namlulu silahlarla kurşuna dizdirilmeli N. Çavuşesku’ nun başına gelenler gibi…”
“Yok ! Yok ! Hiçbiri...”
“Klasik yöntemlerden şaşmamalı insan. Önce dört tarafı hukuksuzlukla çevrili Yassı bir ada bulunmalı, sonra en ayıbından bir prostat kontrolü ve tabii ki demokrasilerin (!) olmazsa olmazı ver elini idam sehpası…
Elbette, bu hususta söylenebilecek daha çok sözümüz var. Lakin edep ve üslubumuz bir kanun koyucu gibi kilit vuruyor dilimize.
Haydi gelin, son sözü Mevlana Celaleddin-i Rumi’ ye bırakıp, bu faslı noktalayalım burada: “Her lafa verilecek bir cevabım var. Lakin bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye!”