Şüphesiz, Ramazan-ı Şerif’in her yıl hayatlarımıza teşrif etmesiyle beraber, zamanın ritmi ve akışı, adeta değişmekte; bu mübarek aya has manevi iklim, bırakın İslam alemine, tabiata bile, derin bir huzur ve sükunet getirmektedir. Ramazan ayı sadece bir oruç ayı değildir. Bu muazzez ay, bir tefekkür, bir içsel muhasebe, bir samimi tövbe ile günahlardan arınma ayıdır. Nitekim, ecdadımız Ramazan-ı Şerif’in bereketinden her yönüyle faydalanmış; içtimai hayatı, bu ayın uhrevi havasını bozmayacak şekilde, tanzim ve tebdil etmiştir. Özellikle, üç kıta yedi iklime, adaleti götüren Osmanlı Devleti, Ramazan ayına, özel bir önem vermiştir. Osmanlı toplumu, oruç ayına has, birbirinden güzel hasletler ve kadim gelenekler geliştirerek; bu mukaddes ayı, en güzel şekilde ifa etmeye çalışmıştır. Asırlara meydan okuyan bu gelenekler, cemiyet hayatının inkişafında önemli bir görev üstlenmiş; toplumsal dayanışma ve yardımlaşmaya büyük bir katkı sağlamıştır. Bir kısmı günümüze kadar ulaşmış, üst düzey bir ahlaki şuur gerektiren bu geleneklerden bazıları şunlardır:
-Tembihnâmeler
Osmanlı’da Ramazan ayının gelmesi ile beraber, tembihnâme/nasihatnâme fermanları yayınlanırdı. Bu tembihnâmelerde, ahalinin Ramazan ayı boyunca nasıl hareket etmesi gerektiği, tüm detaylarıyla anlatılırdı. Özellikle müminler, bu mükerrem ayda ibadetlerine dikkat etmeleri hususunda uyarılırdı. Tembih fermanlarında, ayrıca Gayrimüslimlere de çeşitli ikaz ve tavsiyelerde bulunulurdu. Yemeklerin israf edilmemesinden tutun da, kılık kıyafet ve ibadet adabına kadar, birçok husus, en ince ayrıntısına kadar tembihnâme fermanlarına yazılır ve halka duyurulurdu.
-Zimem (Borç) Defterleri
Ramazan ayının uhrevi atmosferi, Müslümanları her anlamda, müspet yönde etkileyerek; toplumdaki beşeri münasebetlerin gelişmesine, olumlu yönde katkı sağlamıştır. On bir ayın sultanı olan Ramazanın teşrifiyle beraber, Osmanlı toplumunda, dayanışma ve yardımlaşma faaliyetlerinde gözle görülür bir artış olurdu. Hâli vakti yerinde olanlar, esnaflar tarafından tutulan zimem/veresiye alacak defterlerinde kayıtlı olan bir ya da birden fazla borçlu kişiyi rastgele seçerek; bu kişilerin tüm borçlarını, hiçbir menfaat gözetmeksizin öderlerdi. Hayrı yapan da, borcu ödenen de birbirlerini görmez, birbirlerini tanımazlardı. Osmanlı toplumunun yardımlaşma hususunda göstermiş olduğu bu zarif tavır, yüksek bir medeniyet anlayışının apaçık tezahürü olarak; insanlığa soylu bir örnek teşkil etmektedir.
-Diş Kirası
Osmanlı toplumu, Ramazan ayı boyunca, evlerinin kapısını kim çalarsa çalsın, mutlaka bu kişileri yemeğe davet ederdi. Tanrı misafirlerine, her türlü ikram yapılır; mükellef sofralarda eşsiz ziyafetler verilirdi. Bununla da yetinilmez, diş kirası adı altında, gelen misafirlere, tespihler, içi akçe dolu keseler, gümüş tabaklar, el işi yüzükler gibi kıymetli hediyeler takdim edilirdi. Bu gelenekte verilmek istenen mesaj şuydu: “Ey Tanrı misafiri! Sen, bize büyük bir lütuf, çok hoş bir nimetsin. Sana yapacağımız her türlü hizmet ve ikram, Yüce Allah’ a yapılmış sayılacaktır. Senin, hane-i saadetimize teşrifinle, Rabbimiz inşallah bizleri mükafatlandıracak ve sen de buna vesile olarak, büyük bir hayra aracı olacaksın.”
-Kutsal Emanetler
Mukaddes toprakları, bir çöl kelebeğinin kanadının çıkardığı esintiden bile sakınan ecdat, kutsal emanetlerin muhafazası için de, elinden gelen her şeyi azami ölçüde yapmıştır. Özellikle, Ramazan ayının on ikinci günü, devlet ricali için, ayrı bir öneme ve değere sahipti. Topkapı Sarayı ‘nda bugüne özel hazırlıklar yapılır; kutsal emanetlerin muhafaza edildiği has oda, gül suları ile temizlenir, güzel kokulu amber ve tütsüler yakılarak; insanı mest eden efsunkâr bir atmosfer oluşturulurdu. Has odadan çıkan toza bile büyük bir hürmet gösteren Osmanlı, Has odanın temizliği sonrasında çıkan toz, kir gibi atıkları özel bir yere dökerdi. Padişah, başta olmak üzere tüm devlet ricali, has odaya teşrif eder; gümüş sanduka içinde özenle korunan Hırka-i Şerif, bizzat sultan tarafından huzura çıkarılır, gelen ziyaretçilere gösterilirdi.
-Cerre Çıkmak
Medreselerde dini eğitim alan talebeler/suhteler, üç ayların (Recep-Şaban-Ramazan) gelmesi ile beraber cerre/izne çıkarlardı. Yani, medreseler bu dönemde eğitime ara verir; talebeler de evlerine, ailelerinin yanlarına dönerlerdi. Talebeler tatilde bile boş durmaz, halka yönelik irşad faaliyetlerinde bulunurlardı. Ayrıca, bu aylarda, suhtelere, halk tarafından erzak ve para yardımı da yapılırdı.
-İbadethanelerin Bakımı
Mağfiret kapılarının ardına kadar açık olduğu Ramazan-ı Şerif ayı başlamadan önce, tüm ibadethaneler bakıma ve onarıma alınır, gül suları ile yıkanan mescitlerin kokusu, cemaati adeta mest ederdi. Kandiller, gaz yağları ile yakılır; camiler ve sokaklar Ramazan boyunca ışıl ışıl olurdu.
-Huzur Dersleri
Ramazan ayının ilk on günü, padişahın da bizzat teşrifi ile sarayda tefsir dersleri yapılırdı. Şeyh’ül İslam nezaretindeki seçkin alimler, devlet ricali huzurunda Kuran-ı Kerim’ den bir bölümü tefsir eder; ilahi mesajı farklı açılardan ele alırlardı. Huzur derslerine iştirak eden herkes, padişah da dahil olmak üzere, edeben diz üstü çöküp, yere oturmak zorundaydı.
-Tekne Orucu/Oruca Direk Vurma
Bu güzel gelenek, günümüze kadar ulaşabilmiş, çocuklara dini eğitim ve ibadet disiplinin nasıl verilmesi gerektiğini gösterir, çok önemli bir pedagojik uygulamadır. Oruç tutamayacak kadar küçük olan çocuklar, yarım gün, genellikle sabahtan öğle vaktine kadar, oruç tutarlardı. Bu çocuklara, yetişkinler çeşitli hediyeler alır, Ramazan ayı çocuklar açısından unutulmaz bir şenliğe dönüşürdü. Çocukların tuttuğu bu yarım günlük oruca, oruca direk vurma ya da tekne orucu da denilirdi.
-Narh Defteri
Ramazan ayında, tüccarların sattıkları ürünlere, fahiş oranda zam yapması yasaktı. Fiyatları devlet belirlerdi. Fiyat belirlerken, öncelikle toplumun yararı göz edilir; esnafın kârı, mümkün olduğu kadar, asgari düzeyde tutulurdu. Esnafın, yetkili mercilerden izin almadan, fiyat arttırması kesinlikle yasaktı.
-İftar Adabı
Ramazan yardımlaşma ve dayanışma ayı olduğu için, Müslüman ahali, iftar vakti evinin kapılarını daima açık tutar; yolda kalmış, ya da yardıma muhtaç insanları, din, dil, ırk ayrımı yapmadan, evlerine davet ederlerdi. İftar sofralarının olmazsa olmazı tabii ki, misafirdi. Misafiri olmayan sofranın bereketi de olmazdı. Yemek iki bölümde yenilirdi. Birinci bölümde, iftariyelik olarak adlandırılan su, hurma, tuz, çerez, şerbet türü hafif şeyler ikram edilirdi. Akşam namazı eda edildikten sonra, asıl sofra kurulur, konuklara ana yemekler sunulurdu.
-Arife Çiçekleri
Osmanlı’ nın toplumsal hayatında çocuklar çok önemli bir yer tutmaktaydı. Dini bayramlar, çocuklar için birbirinden güzel hediyeler ve yeni kıyafetler almak demekti. Aileler, çocuklarına bayram öncesi yeni elbiseler alırlardı. Çocuklar arife günü bayramlıklarını giyer, sevinç içinde sokaklarda boy gösterirlerdi. Halk, güzel giyimli bu çocuklara, arife çiçekleri ismini vermişti.
-Sadaka Taşları
Sadaka taşları geleneği başlı başına bir erdem ve bir ahlak düsturudur. Cami, mescit, türbe ve tekkelerin bahçelerine içi çukur taş/mermer bloklar konulurdu. Bu taş bloklara, yani günümüzün deyimiyle yardım sandıklarına, insanlar hayır hasenat için akçe ve altın bırakırlardı. Yardıma muhtaç kişiler de, bu taşlara bırakılan paradan, kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar olan kısmını alır ve hayır yapan kişiye dua ederdi. Sadaka taşlarının başında nöbet tutan bir görevli bulunmazdı. Çünkü, dönemin serseri ve ayyaşı bile, o taşların içerisinde yer alan sadakalara el sürmez, böyle sefil bir davranışa tevessül etmezdi.
-Mahya Sanatı
Osmanlı’da Ramazan denilince akla gelen bir gelenekte, mahya sanatı ile süslenmiş ışık kümelerinden oluşan yazılı levhalardı. Başlangıcı 16. yüzyıla kadar uzanan bu sanat, her camiyi, müstakil bir kehkeşana dönüştürüyordu. İki minare arasına asılan ışık kümelerinde, insanları hayra ve takvaya davet eden ifadeler, çeşitli ayet ve hadisler yazılırdı. Bu gelenek, ilk olarak Fatih ve Beyazıt Cami’lerinde uygulanmıştır. Daha sonra Anadolu şehirlerine de yayılan bu ışıkla yazı yazma sanatı, günümüze kadar ulaşmıştır. Mahya ile süslenmiş camiler, kendi lisanlarıyla Rablerini tesbih ederek, adeta gökyüzünde ışıldayan yıldızlara meydan okurlardı.
-Pişi Dağıtmak ve Güllaç Tatlısı
Hamurdan yapılan, bir tür ekmek olan pişi, Ramazan ayı gelince, Osmanlı’nın maharetli kadınları tarafından mutlaka yapılır ve eşe dosta dağıtılırdı. Osmanlı kadınlarının nasır tutmuş ellerinden çıkan bu lezzetli ekmeğin kokusu, tüm sokağı kaplar, sokak kedileri bile dumanı üstünde yeni pişmiş pişiyi dört gözle beklerdi. Ramazan sofrası denilince, akla ilk gelen tatlı tartışmasız güllaçtı. Gül suyu ile yapılan bu hamurlu tatlı, Osmanlı Ramazan mutfağının vazgeçilmez tatlısıydı. Güllaç, mükellef iftar sofralarının, her daim başköşesinde yer alırdı.
-Ramazan Davulcuları
Çalar saatin olmadığı dönemlerde, davulcular sokak sokak gezer, ahaliyi sahura kaldırırlardı. Gecenin koynunda, sessiz sedasız, sabahın gelmesini bekleyen yorgun sokaklar, davulun tok sesiyle irkilir; uykudan uyanan mahmur gözler, hemencecik sahur sofralarını hazırlamaya koyulurdu. Davul çalmanın da bir adabı, bir usulü vardı. Gayrimüslimlerin yaşadığı mahallelerde, davul çalmak kesinlikle yasaktı. Sadece Müslüman ahalinin yaşadığı yerlerde davul çalınabilirdi. Davulcu, sokaklarda dolaşırken pencere önlerine konulan çiçeklere bakar, ona göre davul çalardı. Eğer bir evin penceresinin önüne, sarı renkte bir çiçek konulmuşsa, o evde bir hastanın yaşadığı anlaşılırdı. O sokaktan geçenler sessizlik orucu tutar; katiyen gürültü yapmazlardı. Adeta, sarı çiçek, sükutun ve anlayışın işaret fişeği olarak, gürültüyü birden keserdi.
-Darü’ l Tabak Ziyafetleri
Osmanlı kadim kültürünün en güzel hasletlerinden biri olan darü’l tabak geleneği yardımlaşmanın ve konukseverliğin zirve noktasıdır. Bu gelenek, bilhassa İstanbul’ da yaşayan zengin aileler tarafından uzun yıllar boyunca devam ettirilmiştir. Ev sahipleri, bir hafta boyunca her akşam iftar için üç ayrı sofra kurdurtur, gelecek olan misafirler, bu mükellef sofralarda ağırlanırdı. Üç ayrı sofra haremlik selamlık uygulamasına göre hazırlanır, kadınlara ve erkeklere ayrı ayrı sofralar kurulurdu. Çocuklar, hizmetçiler, yoksullar ve tanrı misafirleri de unutulmaz, onlara da ayrı bir yerde sofralar hazırlanırdı. Sofra adabı gereği, ikram yapılırken zengin fakir ayrımı yapılmazdı. Bu sofralarda rütbe, makam, itibar bir anlam ifade etmez, herkes eşit muamele görürdü. Ev sahipleri, gelen misafirlerine, üzerlerinde ayet ismi yazılı tahta kaşıklar sunardı. Her kaşığın kendine ait bir sofrası vardı. Maide kaşığını seçenler, Maide sofrasına, Nas kaşığını seçenler, Nas sofrasına, Kevser kaşığını seçenler, Kevser sofrasına oturur; böylelikle herkes kendi kaşığında yazılı olan sofrada iftarını açardı. Darü’ l tabak hükmünde olan hanelerin kapısı Ramazan ayı boyunca her daim açık kalır, misafirle şenlenen bu sofraların bereketi ve neşvesi , arş-ı âlâya kadar ulaşırdı.
-Orta Oyunu ve Meddah Gösterileri
Sokak aralarına kurulan ahşap sahnelerde, birbirinden ilginç ve komik hikayeler anlatan meddahlar, Ramazan sevincine ayrı bir renk katarlardı. Kahkahalar edep duvarına toslayınca, çatık bir kaş, sus emri olarak ahaliye yeterdi. Zaten bu eğlenceli oyunlar, teravih namazı kılındıktan ve cami cemaati dağıldıktan sonra yapılırdı. Namaz biter bitmez gösteriler başlar, çocukların gülüşmeleri ta Ayasofya’ dan duyulurdu. Hacivat ile Karagöz’ ün bitmek bilmeyen kavgası, çocukların rüyalarını süsler, dilbazların söylediği tekerlemeleri ezberlemeye çalışan ihtiyarlar, yanlışlıkla dillerini ısırırlardı. Sanatın bile bir adabı ve saygınlığı vardı. Çarşı pazar sahura kadar açık olur, sokaklar insan seline teslim olurdu. Hayat iftardan sonra, adeta tekrardan başlardı.
-Türbe Ziyaretleri
Gufran ayı gelince, türbelerde ayrı bir telaş yaşanırdı. Sadık türbedarlar, yıllardır büyük bir özenle bekledikleri mübarek emanetlerini, gül suları ile yıkar, güzel kokulu tütsüler ile bu zatların makamlarını/türbelerini çiçek bahçesine çevirirlerdi. İnsanı huzur ülkesine götüren bu mekanlar, Ramazan ayı boyunca, ziyaretçilerle dolup dolup taşardı. Kadınlar ve erkekler ayrı ayrı kapılardan huzura kabul edilir; mahrem gözler birbirine kesinlikle değmezdi. Dudaklardan dökülen içten duaların tılsımı, sanki geceye bir şeyler fısıldardı. Özellikle, Ebu Eyyüb El-Ensari, Hz.Yuşa, Zembilli Ali Efendi, Aziz Mahmud Hüdayi ve Yahya Efendi’ nin türbeleri, ziyaretçilerin yoğun dua sağanağı ile yıkanır; bu kabristanlar, yıllardır toplumun maneviyatını ayakta tutan temel direkler olarak; zamana meydan okumaya devam ederdi.
-Sakal-ı Şerif Ziyaretleri
Ramazan ayı gelince, birçok camide peygamberimize ait olduğuna inanılan, Sakal-ı Şerif ziyarete açılır, meraklı gözler bu kutsal emaneti yakından görebilmek için, camilerde uzun kuyruklar oluştururlardı.
-Baklava Alayları
İlk olarak, Kanuni Sultan Süleyman tarafından başlatılan bu uygulama, 19. yüzyıla kadar devam ettirilmiştir. Sarayın mahir aşçılarının yaptığı enfes baklavalar, Ramazan ayı gelince, askeri bölüklere dağıtılırdı. Baklava sinilerini taşıyan askerlerin oluşturduğu kalabalık alaylar, halkın oldukça ilgisini çeker; sinilerdeki baklavalar ahalinin ağzını sulandırırdı. Ramazanda, orduya baklava dağıtılması, bir bakıma padişahın hakimiyet sembollerinden biri haline gelmişti.
-Kadir Gecesi Alayı
Ramazan ayının 27. gününe denk gelen Kadir Gecesi, tüm İslam aleminde olduğu gibi Osmanlı’da da büyük bir öneme haizdi. Kadir gecesi, padişah kalabalık mahiyetiyle beraber, saraydan çıkarak, genellikle Ayasofya Cami’ sine gider, burada hünkâr imamının kıldırdığı Kadir Gecesi Namazına iştirak ederdi. Padişah Alayının geçeceği sokaklar titizlikle temizlenir, kandillerle aydınlatılırdı. Cuma selamlığında olduğu gibi, sultanı yakından görmek isteyen halk, büyük bir izdiham oluştururdu.
-Hilal Nöbeti
İslam alemi için, hilal nöbeti, vatan toprağını beklemek kadar kutsal ve mühim bir vazifeydi. Bu aziz nöbeti tutabilmek, herkese nasip olmazdı. Sicili temiz, sözünün eri, itimat ehli kişiler bu kutsal keşfe talip olabilirdi. Gözcü olacak kişi, ahlak ve ilim sahibi olmak zorundaydı. Nitekim, Şeyh’ül İslam’ ın seçtiği belli kişiler, bu özel görevi yapabilme şerefine nail olabiliyordu. Hilali gören keşşaf, çölde vaha bulmuş bir bedevi gibi büyük bir sevince kapılır, Rabbine hemencecik niyazda bulunurdu. Merhamet ayına yeniden kavuşulacak olmanın mutluluğu tüm şehri ayağa kaldırır, ahalinin şükür nidaları, zamanla yerini sevinç gözyaşlarına bırakırdı.
-Top Atışı
Aleme, büyük bir korku ve ürperti salan Osmanlı topları, bu sefer düşman surlarını dövmüyor, adeta ilahi bir şarkı gibi, tüm cihana Ramazan ayının gelişini ilan ediyordu. İmsak, sahur, iftar ve bayramlarda atılan topların devasa sesi, küffarın yüreğini titretirken; her top atışı Rabbe adınmış bir niyazın gür sedası olarak müminlere sevinç ve huzur kaynağı oluyordu.
-Meydan Sofraları
Ramazan ayında, başta padişah olmak üzere, devlet erkanı ile toplumunun zengin aileleri, İstanbul’ un belli meydanlarında devasa iftar sofraları kurdurtur; gelenlerden katiyen bir ücret talep edilmezdi.
-Teravih Şerbeti Dağıtılması
Ramazan ayının, olmazsa olmaz içeceği, tabii ki, birbirinden enfes şerbetlerdi. Teravih namazı kılındıktan sonra halka çeşitli bitkilerden yapılmış leziz şerbetler dağıtılırdı. En çok bal şerbeti rağbet görür, halk ikram edilen şerbetlerin o mayhoş tadıyla, bütün günün hararetinden kurtulurdu. Sıcak havalarda ise şerbetlere, dağlardan getirilen kar parçaları katılır, soğuk şerbet adeta içenlerin damaklarını çatlatırdı. Osmanlı’ da sırf şerbet dağıtımı için bir vakıf bile kurulmuştu.
-Enderun Usulü Teravih Namazı
Osmanlı’da, devlet adamı yetiştirmek amacıyla kurulan enderun mekteplerinden mezun hocaların kıldırdığı, her dört rekatta bir, farklı usul ve makamda Kur’an-ı Kerim tilavetinin yapıldığı teravih namazına, enderun usulü teravih namazı deniliyordu. İlk olarak, Mustafa İtri tarafından 1712 yılında dillendirilen enderun usulü teravih namazı, 2. Mahmud döneminden (1812) itibaren, kılınmaya başlanmıştır. Zamanla başka camilerde de bu usülde teravih namazları kılınmıştır. Enderun usulü teravih namazında, her dört rekatta bir, farklı Türk musikisi makam ve usulünde Kur’ an tilaveti yapılırdı. Ayrıca, her dört rekatta bir, selam verildikten sonra, farklı farklı makamlarda ilahi ve kasideler okunur, yürekler bu uhrevi ziyafetin etkisiyle adeta aşka gelirdi.
-Merhaba ve Elveda İlahileri
Osmanlı toplumu, Ramazan ayının gelmesini, büyük bir özlemle beklerdi. Rahmet ayına kavuşabilmek, aşığın maşuku ile buluşması gibi, büyük bir sevinç kaynağıydı. Bu yüzden, Ramazanın ilk on beş günü, billur sesli müezzinler/mevlithanlar ruha neşe veren, merhaba/hoş geldin ilahileri okurlardı. Son 15 günde ise, ilahiler daha hüzünlü bir hal alır. Elveda/ayrılık acısı tüm inanmış yüreklere bir kurşun gibi saplanır, Şehr-i Ramazan gözyaşları içerisinde uğurlanırdı.