Bugün köşemizde, insana mücadele azmi aşılayan enfes bir konuya yer veriyoruz…
Okuyunca gerçekten insana özellikle şu sıkıntılı süreçte lazım olacak duyguları yüklüyor…
“Ruhi ve psikolojik musibetlerin bir hikmeti de insanı sabra ve mücadeleye alıştırmaktır… Beden ne kadar rutin hastalık geçirmişse, bağışıklık sistemi o kadar güçlenmiş olacağı gibi, ruhi ve kalbi hastalıklar da kalp ve ruhun kuvvetlerini artırır ve daha büyük musibetlere karşı kişiye bağışıklık kazandırır.
Kendisine musibet isabet etmemiş ruhlar hamdırlar ve en küçük darbeyle yıkılabilecek bir zayıflıktadır.
Boethius, Felsefe’nin Tesellisi kitabında şunu söyler; “Çok mutluluğa alışmış kimseler müşkülpesent olur ve en ufak bir zorlukla karşılaşmaya alışık olmadıklarından, herhangi bir şey beklentilerine uygun düşmediğinde sarsılırlar.”
Sadece yetişkinler değil, günahsız masum yavrular da türlü musibetlere maruz kalır. Bebeklere daha dünyaya geldiklerinde hoş geldin der hastalıklar…
Ateşlenirler, kabakulak, suçiçeği gibi hastalıklara yakalanırlar. Merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimiz elbette onları zarara uğratmak ve ailelerini kederlendirmek için değil, türlü hikmetlerle buna müsaade etmektedir. O zayıf ve nazik bedenlerin gücünü artırmak, ileride yaşayacakları fırtınalı hadiselere onları yavaş yavaş alıştırmak ve onların manevi terbiyesini erkenden başlatmak hikmetleriyle manevi bir aşı görevi üstlenerek bu musibetler başa gelir.
Yavrularımıza seneye de giyer düşüncesiyle bir iki numara büyük ayakkabı almamız misali, keder de onları, ileride yaşayacakları sorunlarla baş edebilsin diye sabır ve tahammüle erkenden alıştırır.
Sağlıklı bir bedene ulaşılmasında hastalıkların payı olduğu gibi, kişiliğin kazanılmasında, güçlü ve duyarlı bir bireyin yetişmesinde de çocukluk döneminde geçirilen musibetlerin rolü büyüktür.
Her musibet bir sonraki için insanı daha dayanıklı kılacaktır. Dionysius, ‘acı, acının ilacıdır’ derken belki de bunu kastediyordu. Tanpınar olayların birbirlerine karşı birtakım görevleri olduğunu düşünür ve şöyle der; ‘Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir.’
Tek başına dinlemeye tahammül edemeyeceğimiz iki notanın birlikte kullanımından şahane bir müzik, dilimize dahi dokundurmayacağımız iki lezzetsiz gıda, birleştiğinde harikulade bir tat ortaya çıkabildiği gibi, kederler başka dertlerle harmanlandığında sekine haline dönüşebilir.
Musibetler insanı gelecekte bekleyen zorluklara hazırlamakla kalmaz, ileride yapacağı mühim görevler için de özel bir eğitim verirler. Doğduğu günlerde nehre bırakılmakla musibetler dünyasına merhaba diyen Musa Peygamber için yüzyıllar sonra Rabbimiz Kur’an’da şöyle buyuracaktır; ‘Seni, ey Musa, türlü türlü imtihanlarla sınayıp yetiştirdik.’ (Taha, 40)
Neden başıma bu musibetler geliyor diyen birine verilecek cevap şudur; çünkü Allah senin daha kuvvetli olmanı murat ediyor. Yetişkinlerde günahlara kefaret olan bu musibet ve hastalıklar, çocukların dünyadaki manevi terakkisine ve ahirette daha yüksek makamlara ulaşmasına sebebiyet verecektir. Diğer taraftan onların yaşadığı musibet ve hastalıklardan gelecek sevap ve kefaret, o durumlardan en çok etkilenen insanlar olan ebeveynin amel defterine de kazanılmış sevaplar ve affedilmiş günahlar olarak kaydedilecektir.
Çünkü evlatlarının başından geçenlere evlatlarından çok onlar sabretmişlerdir.
Pek çok bitkinin normal şekilde çiçeklenmesi için belli bir dönemde, belli bir süre boyunca düşük sıcaklıkta kalması lazımdır. Buna ‘Soğuklama ihtiyacı’ denir. Soğuklama, bitkinin kendi oluşumunu noksansız tamamlaması için kış süresince belli bir santigrat derecenin altında beklemiş olmasıdır. Bitkinin hormonal dengeleri soğuklama sayesinde kurulur. Bu bitki türleri, yalnız yaşamda kalmak için değil, yüksek verim ve kalite için de yine soğuklama geçirmek zorundadır. Soğuklama ihtiyaçları karşılanmamış bitki türleri sağlıklı bir büyüme gösteremez.
Buğdayın ekmeğe dönüşüp insanlara faydalı oluncaya kadar geçirdiği aşamaların her biri ne kadar çarpıcıdır. Toprağa gömülür, toprakla mücadele ede ede filizlenir, sonra biçilir, sonra harmanda dövülür, sonra samandan ayrılır, sonra değirmende yine dövülür, sonra teknelerde yoğrulur, sonra fırınlarda ateşe atılır, sonra dişlerde paramparça edilir, ardından mide asitleri tarafından daha da parçalanır. İşte buğday bütün bu çilelerin sonrasında insan gibi mükerrem bir varlığın var oluşunun devamına vesile olacak faydalı bir hale gelir. Bu süreçler buğdaya verilmiş bir ceza değil, onun gerçek değerini ortaya çıkarmak ve özel bir göreve hazırlamak için yapılmış iyilik ve ihsanlardır.
Hz. Mevlana’nın bu konuda manidar sözlerinden biri şudur;
‘Bahçıvan ağaçları budamasa dallar gelişir mi? Terzi kumaşı parça parça etmese elbise çıkar mı?’ (Mesnevi, Cilt 1) Nietzsche der ki; ‘Öldürmeyen acı, beni güçlendirir.’
Bir musibet, bir acı var toplumu derinden etkileyen şu sıralarda…
Eceli geleni öldürüyor, gelmeyene sıkıntı veriyor… Bu süreçten sağlıklı çıkana, diyelim ne mutlu!
Zira onu hiç tahmin etmeyeceği bir mutluluk bekliyor olmalı…
Yeter ki sabretmesini bilelim…