Gazeteci yazar Yusuf Kaplan, yine dikkat çekici bir yorum kaleme almış köşesinde…
İstedim ki siz değerli okuyucularımızla da paylaşayım “Kültür ç/ağ’ında iktidar olmak ve büyük ruh atılımı” başlıklı yazıyı…
İktidarı siyasetle özdeşleştirmek, çağı tanıyamamak demek. Çağımız, kültür ç/ağı. Kültürün her şeye çeki düzen verdiği bir ağ!
Kültürün değil, kültürü üreten medyaların hâkim olduğu, formun normunu dayattığı devâsâ bir ağ’da debelenip duruyor çağımızda insan!
Kültür çağı dediğime bakmayın!
Kültürün doğrudan üretildiği bir çağdan ziyade kültürün ayartıcı, plastize edici, ruhsuzlaştırıcı yöntemlerle yeniden üretildiği, tüketilmek için, hızla ve hazla tüketilmek için üretildiği bir kültür ç/ağı bu!
Kültürün plastik olarak varolduğu, ruhunu, özgünlüğünü yitirdiği ışıltılı ve ayartıcı bir medyalar ağı!
Burada güzel bir kültür ve çağ felsefesi yapma imkânı var.
Önce şu: Siyasette iktidar olmak, -artık Foucault’dan, Althusser’den ve Gramsci’den itibaren- ülkede iktidar olmak anlamına gelmiyor. İktidar biçimleri, iktidar olmanın ideolojik aygıtları ve hegemonya şekilleri bütünüyle değişti.
Siyasette iktidar olmak, ülkenin kaderinde kilit rol oynama gücüne sahip olmak anlamına gelmiyor: Bizim siyasetçilerimizin bunu iyi idrak etmeleri gerekiyor.
Kültürde, sanatta, düşünce hayatında, akademide, medyada da “iktidar” değilseniz, siyasette istediğiniz kadar iktidar olun, devleti siz yönetemezsiniz, askerî ve sivil bürokrasi, siyasî iktidarın gücünü izafileştirir ve kısa devre yaptırır siyasî iktidara.
Entelektüel de, birey de öldü! hoşgeldin kütle!
Şunu söylemek istiyorum: Düşüncede, kültürde, eğitimde, sanatta, medyada bağımsızlığını kazanamayan bir toplum siyasette bağımsızlığına aslâ kavuşamaz.
Şu demek bu: Kültürü veya zihni’yeti siz üretemezseniz, siyaseten ne kadar güçlü bir iktidar gücüne sahip olursanız olun, aslâ hakkıyla iktidar olamazsınız!
Çağımız, entelektüel’in de, birey’in de öldüğü bir çağ.
Kitleler çağı.
Kütlelere, oraya buraya kolaylıkla sürüklenebilen robotlaşmış, diğerlerine veya dünyanın sorunlarına karşı duyarsızlaşmış ruhsuz yığınlar, ruhunu yitirmiş gürûhlar ç/ağı!
Her şeye rağmen insanın durumu ve kaderi açısından durum bu kadar vahim olsa da, insanlığın geleceği açısından bizim insanı da, hakikati de, hayatı da aslına, özüne, özgünlüğüne kavuşturma imkânımız her zaman var; hatta insanlığın, transhuman (insan-ötesi) ve posthuman (insan-sonrası) bir çağda, hakikatin sesine, “bize”, her zamankinden daha fazla ihtiyacı var!
Evet dünya her şeye rağmen küçük bir azınlık tarafından şekilendiriliyor: İster entelijansiya deyin, ister elitler, dünyanın kaderini şekillendirenler küçük öncü kadrolar.
Kültürde, müzik, film veya dijital dünyanın kültüründe popüler kültür ve bu kültürün üreticileri, kütleye veya yığına dönüşen kitleleri zihnen ve fiilen yönlendiriyor, köleleştiriyor!
Akademide think tank’lar, araştırma şirketleri, hükümetlerin programlarını yönlendiriyor…
Yakıcı gerçek şu burada: Düşünceye, kültüre, sanata, medyaya, eğitim dünyasına hâkim olan bir ülkenin geleceğine hâkim olur.
Sınırların ortadan kalktığı hız, haz ve ayartının hâkim olmasını sağlayan dromokratik / “pornografik” ç/ağ, aslında insanlığın insanlığını, insan türünün varlığını yitirmeye ramak kaldığı ontolojik bir yok oluş zamanı; hakikate, İslâm’ın, insana haysiyetini armağan eden, her hâl ve şartta ahlâk, adalet ve merhamet ilkelerini diri tutan evrensel hakikatine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan bir zaman dilimi.
İnsanlık yok olma sürecine sürükleniyor hızla… Roma döneminin gladyatörlerini andıran ağdaş arenalarda / sosyal medyalarda hızla, hazla ve ayartılarak insanın ve hakikatin intiharı, çarmıha gerilme seansları yaşanıyor ve insanlar bundan büyük keyif ve haz alıyorlar!
Bütün dünya sığ, ayartıcı, aptallaştırıcı postmodern popüler kültürün kölelerine dönüştürülüyor…
Bu, insanlığı hedonizmle, egoizmle ve narsisizmle insanın ve dünyanın sorunlarına duyarsızlaştırarak katleden dijital uygarlık, dünyayı -adına pasif nihilizm dediğim- uygar, sofistike bir barbarlık biçiminin eşiğine fırlatıyor… İnsanı insanlığın sorunlarına karşı duyarsızlaştıran bu ruhsuz pasif nihilizm biçiminin varacağı yer, aktif nihilizm yani Tanrı’nın inkârı, bu da insanın intiharıdır.
Tanrı inancını yitirmiş bir insan yaşayamaz. Ne demişti “Amerika’daki Avrupalı” cins kadın düşünür Susan Sontag: “İnsanın tahammül edemeyeceği en büyük cinayet, Tanrı’nın katledilmesidir!”
Tanrı inancının olmadığı bir dünya; ateist psikanalist Lacan’ın dediği gibi “Tanrı inancını yitiren insanın artık her şeyi tanrılaştırmaya başladığı” veya bilge romancı Dostoyevski’nin isabetle işaret ettiği “Tanrı yoksa her şey mübahtır” ilkesinin, dünyayı, orman kanunlarının / sosyal darwinizm’in hâkim olduğu cehenneme çevireceği bir dünyadır.
RUH ATILIMI OLMADAN ASLÂ!
Bu tablonun karşısında hakikati, adaleti ve merhameti eksene alan İslâm, insana insanlığını hatırlatacak, insanlığa hangi dinden ya da felsefeden olursa olsun kendi dünyasını yaşayabileceği yaşanabilir bir dünya armağan edecek keşfedilmeyi bekleyen bir kaynaktır, Latince çok sevdiğim ifadeyle “terra incognita” / “keşfedilmemiş bir kıta”’dır.
Meselemiz, iktidar meselesi değil, elbette ki. Bizim meselemiz, bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bu toprakların çocuklarının bizim zaaflarımız, hırslarımız, açgözlülüklerimiz, hatalarımız yüzünden İslâm’ı terkediyor olmalarıdır.
Bu gidişata dur demek, yine bize düşüyor: Sadece siyasette değil, eğitimde, kültürde, düşüncede, sanatta, medyada -bize zarar verse de- ahlâk’ı, hakikat’i ve merhamet’i eksene alan herkese hayat hakkı tanıyan bizim medeniyet dinamiklerimizi hayata geçirecek, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, bu dünyayı aşacak başka dünyalara ulaşarak önümüzü açacak öncü kuşaklar yetiştirecek büyük, kalıcı ve köklü adımlar atmak zorundayız.
Bu, büyük ruh atılımı demektir. Eğer bu ruh atılımını yapamazsak, yok olmaktan kurtulamayız -Allah muhafaza!
Vesselâm.”
Yusuf Kaplan’a bir kez daha Bizim Bahçe’den “Peygamber çiçekleri” gönderelim istedik…