Recep amca, 1916 yılında Vuçıtırn ’da doğmuş, 04 Haziran
2008’de Adapazarı-Şeker Mahallesinde Hakk’a yürümüştü.
Soyadı Bunyak’tı. Torunları ona babuş derler, biz de Arnavutça “amca” anlamına gelen “Aco” diye hitap ederdik. Asırlık çileli hayatında yaşadıkları filme alınsa yeriydi. Onun hayatı, bir dönemin hikâyesidir aslında. Kosova’da kimleri görmemişti ki. Çetnikleri, Partizanları, İtalyanları, Almanları, Osmanlı’yı ve İstanbul medreselerinde yetişen son dönem âlimleri ve daha neler neler…
Polonya sınırında esaret hayatı yaşamış ve kendi ifadesiyle Ayete’l Kursî sırrıyla defalarca ölümlerden dönmüştü. Toplama kampında esirleri sıraya dizdiklerinde sadece o ayetleri okurmuş. Tek sıra hâlinde sıralandıklarını; önünde ve arkasındaki esirlerin kurşuna dizildiğini defalarca yaşamış. “Ama beni nedense vurmadılar”, derdi tebessüm ederek.
Osmanlı’dan günümüze uzanan tarihin canlı şahidiydi Recep Aco. Amcamın kayınpederiydi. Sağ kolunun iç tarafında deri altına dövme olarak kazılmış altı haneli rakamdan oluşan bir esir numarası vardı. Sanırım 2004 yılıydı. Almanya, zaman içinde dünyanın her tarafına dağılan kamp esirlerinden sağ olup başvuranlara tazminat gibi bir bedel ödeyeceğini duyurmuştu. Bir gün ziyaretime gelmişti. Yaz günüydü…
Allah için, onu çok severdim. O da beni severdi. O gün ofisimde yaslandığı koltuktan doğrulup çenesini bastonuna dayadı ve Şeyh Selim Sami’nin bir beytini okudu.
“Helâl ise sorarlar, haram ise yakarlar.”
Sonra da ciddi bir ses tonuyla iki soru sordu. Soruların hassasiyetinden gözlerimin dolduğunu hatırlarım.
“Almanya’nın vereceği bu parayı alsak bize helâl midir? Şeriate göre caiz midir? Yaşlıyım. Gecede birkaç defa abdeste kalkıyorum. Gece soğuk oluyor, tekrar yattığımda Ayete’l Kursî’ yi abdestsiz okuyabilir miyim?”
Nazi Toplama Kampında yaşadıklarını o gün anlatmıştı. Gömleğinin kolunu, yukarı doğru sıyırıp sağ kolundaki dövmeyi göstermişti bana. İkinci Dünya Savaşı bittiğinde Almanlar yenilince esirler serbest kalmış. Esaret arkadaşlarıyla birlikte Polonya, Çekoslovakya, Sırbistan üzerinden Kosova’ya varana kadar aylarca yürümüşler...
“Açlıktan, deri kemerlerimizi yedik. Yol boyunca öyle açlık çektik ki, yerde gördüğümüz hayvan dışkılarından arpa, buğday ayıklayıp yerdik.” demişti.
Yüzlerce ibretlik olayı kendisinden dinlediğim Recep Aco, Osmanlı’nın yaşayan mirası gibiydi. Kosova ve Balkanlar cihetiyle Türklerin ne demek olduğunu ondan dinlemeliydiniz.
Osmanlı hayranıydı. Abdülhamid Sultan’ı çok sever, başına gelenlere üzülürdü. Hafif kamburuyla oturduğunda bastonunu çenesine dayayıp konuşurken görüyor gibiyim. O hâliyle Abdülhamit Sultan’a çok benzerdi. 32 sene 7 ay 27 gün boyunca İslam milleti için mücadele eden ve kâfirlere bir karış toprak vermeyen Sultanı tahtından indiren heyetin içinde bir Arnavut olmasını asla kabullenemezdi. Sinirli bir ses tonuyla, Sultan Abdülhamid’e yapılanları içime sindiremiyorum demiş,
“Sultan, Arnavutları çok severdi. Beddua etmedi ama Arnavut Esat Toptâni Paşanın Yahudi ve Ermenilerle birlik olmasından çok yaralandı. Onun için iki yakamız bir araya gelmiyor. Osmanlı gelmeden önce biz Arnavutlar Hıristiyan Katolik dinindeydik. Osmanlı, İslam dinini bize getirdiği için kutsaldır. Halife, zalime karşı mazlumları koruyan adalet kılıcıdır. Hilâfet makamı, Müslümanlar için gereklidir. Geçmişte haçlılar bize neler yaptılar. Katoliklerin hilâfet merkezi Vatikan ise, bizim hilâfet merkezimiz de Pâyitaht İstanbul’dur. İstanbul, Balkanlarda yaşayan Müslüman milletlerin sığınacağı tek limandır,” diyerek eklemişti.
Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesine sebep olanları asla affetmedi. Sarayın önünde toplanan kalabalıklar: Yaşasın hürriyet! Diye bağırdıklarında; içlerindeki Yahudi ve Ermenilerin birbirlerine sevinçle fısıldayarak Oh olsun! Şaşırdı millet! Dediklerini söylerdi.
Ah… Recep Aco Ah! Senin kıymetini de bilemedik.