Aşağıda sizin de okuyacağınızı tahmin ettiğim yazıyı görünce şaşırdım. İngiltere gibi demokrasinin beşiği dünya devi bir memlekette Şeriat mahkemeleri. Olacak şey değil dedim. Bakalım siz ne diyeceksiniz?
Son İngiltere seyahatim sırasında Londra’da bir trafik lambasının üzerinde “şeriat ile yönetilen bölgedesiniz” yazan bir ‘uyarı’ afişi gördüğümde bunun bir şaka olduğunu düşünmüştüm. Ancak daha sonra bir kitapçıda “İngiltere’de Şeriat Hukuku”(Sharia Law in Britain)[i] adlı kitabı görünce bunun bir şaka olmadığını anladım. Kitabı okuduktan sonra konu ile ilgili araştırma yaparken benzeri bir uygulamanın Almanya ve Kanada’da olduğunu görünce şaşkınlığım daha da arttı. Yeterince bilgi topladıktan sonra sözünü ettiğim kitabı yayınlayan ve Avrupa’daki şeriat uygulamaları ile mücadele eden başlıca sivil toplum örgütü olan “Herkes İçin Tek Hukuk” (One Law for All) ile bağlantıya geçerek aşağıda okuyacağınız röportajı yaptım.
Röportaja geçmeden önce kısaca İngiltere’deki durumu özetlemekte fayda var. İslam hukuku ülkede ilk kez 1980’lerde ‘Şeriat Konseyleri’nin (Sharia Councils)kurulması ile uygulanmaya başlıyor. 2007 yılında ise ‘Müslüman Arabulucu/Hakemlik Mahkemeleri’ (Muslim Arbitration Tribunals) kuruluyor. Fakat bu durum 2008 yılında Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams ile o dönemde İngiltere ve Galler yargı sisteminin en tepesindeki adam olan Lord Matravers’in BBC’ye konu ile ilgili verdikleri demeçlere kadar kamuoyunun pek gündemine gelmiyor.
Gerek Williams, gerekse Matravers ülkedeki Müslüman topluluğun kendi içerisinde şeriat yasalarını tatbik etmesinin faydalarını sıralarken başpiskopos “İngiltere’de şeriat uygulamasının kaçınılmaz bir durum” olduğunu söyleyerek bugüne kadar süren ve gittikçe büyüyen tartışmanın fitilini ateşlemiş.
Teoride bu mahkemelerin sadece boşanma, vekalet, miras ve ticaret ile ilglili davalara bakması gerekirken bugün kriminal davalara dahi el atmış durumda. Zamanla, Müslüman topluluğun kendi içerisine kapanmış olması ve gettovari bir hayat sürmesinin de etkisi ile mahkemeler çizilen legal çerçevenin dışına çıkmış ve Şeriat Konseyi Başkanı Suhaib Hasan açıkca el/kol kesme gibi cezaları savunur duruma gelmiş.
Sivil toplum kuruluşlarının ve aktivistlerin bu uygulamalara temel itirazı İslam hukuku içerisinde kadının ikincil rolü. Bu konuda da pek haksız sayılmazlar. Çünkü, ülke genelindeki 85 şeriat mahkemesinin ele aldığı 7000’den fazla davanın %95’i boşanma ve velayet ile ilgili. İşin diğer bir boyutu bu rakamların resmi istatistiklerden ibaret olması. Gerçekte bu sayı çok daha fazla. Nitekim Anjem Choudary isimli ‘hakim’ bir röportajında sadece kendisinin 1800 nikah kıydığını söylüyor.
Bu mahkemelerde alınan kararlar ile ilgili İngiliz adaletine gitme seçeneği bulunmakla beraber özellikle kadınların içerisinde bulunduğu olumsuz şartlar ve ‘mahalle baskısı’ bu seçeneği tamamen ortadan kaldırmasa bile zayıflatıyor. Ancak, son dönemde konu ile ilgili STK’ların devreye girmesi ile birçok kadın şeriat mahkemelerince gasp edilen haklarını aramaya başladı.
Benzer şekilde şeriat mahkemelerinde haksızlığa uğradığına inanan Müslüman erkekler için de durum pek parlak değil. Çünkü, şeriat kutsal kabul edildiğinden ona karşı çıkmak, hakkını seküler mahkemelerde aramak ‘dinsizlik’ olarak kabul ediliyor ve açıkca ‘günah’ olarak tanımlanıyor.
Yukarıda da değindiğim üzere şeriat mahkemeleri kendilerine verilen yetkilerin çok ötesinde uygulamalar yapmakta ve adım adım devlet içersinde bir devlet haline gelmekte. Bu bağlamda mahkeme ve yetkililerin haddini ve yetkisini aşan uygulama ile söylemlerine sayısız örnek gösterebiliriz. Örneğin kocasının baskısına rağmen kapanmayı red eden bir kadın ile ilgili İngiliz yetkililerinin talebi üzerine verilen mütalaada “İslam dininde kadınların kapanması zorunludur” ve “kapanmayan Allah’a karşı gelmekte, İslam’a isyan etmektedir” şeklinde görüş bildirilmiş. Daha da vahim olan örneklerden bir tanesi ise 1999 yılında bir yazar hakkında ölüm fetvasının verilmesi.
Gördüğünüz gibi konu son derece ilginç ve daha çok su götüreceğe benziyor. Bu konunun takipçisi olacağımızı belirtip, İngiltere ve Avrupa’da şeriat mahkemelerine karşı mücadele eden öncü STK olan “One Law for All” sözcüsü Maryam Namazie’ye kulak verelim.
1. Kamuoyu şeriat mahkemeleri meselesinin ne kadar bilincinde?
Kampanyamız sayesinde kamuoyu konu hakkında hızla bilinçlenmekte. Fakat, bu mahkemelerin nasıl çalıştığı ve hukuki durumlarının ne olduğu konusunda hala kafa karışıklığı var. Şeriat yanlıları mevut durumun muhafazı için bilinçli olarak bu kafa karışıklığını körüklüyor.
2. Böylesine önemli bir konuya basın neden yeterince yer vermiyor?
Batı’da birçokları ve sol camiada İslamcılığı eleştirmek ırkçılık olarak görülüyor. Azınlık haklarına saldırı olarak algılanıyor. Biz ise esas ırkçılığın farklı bir kültürden geldiği için insanların belli hak ve hürriyetlerden yoksun bırakılmasının ırkçılık olduğuna inanıyoruz. Haksız ‘İslam ofobi’ suçlamaları ile şeriat ve İslam’a yönelik eleştirileri bertaraf etme gayreti var. Bunu Müslümanlara bir saldırı olarak gösteriyorlar ama değil. Bu korkulardan dolayı basın bu hususta otosansür uyguluyor.
Öte yandan aşırı sağdan Müslüman ve göçmenlere yönelik bu konuyu bahane eden saldırılar olması işi daha da zorlaştırıyor. Bize göre İslamcılık da aşırı sağ bir hareket. Dolayısı ile her iki aşırı sağ unsuru pasifize ederek insani değerleri, evrensel hakları ve laikliği savunmamız gerekiyor.
3. Peki ya politikacılar?
Şeriat hukukuna muhalif, laiklik yanlısı, vatandaşlık bilinci içerisinde evrensel haklara sahip çıkan belirgin bir kitle oluştuğunda politikacılar bu konu ile ilgilenmek zorunda kalacaklar. Bizim “Herkes İçin Tek Hukuk” kampanyamızın hedefi de zaten bu.
4. Mevcut durum ve uygulamanın eksileri ortada. Peki hiç olumlu yanı yok mu?
Olumlu bir yanını göremiyorum. Bir şey adaletsiz ve ayrımcı ise, adaletsiz ve ayrımcıdır. Nokta! Bu işten en büyük darbeyi kadınlar yediği için hükümet için durumu görmezden gelmek daha kolay oluyor. Kültürel Görecelik kavramının arkasına saklanarak kadına karşı yapılan bu haksızlıkları ve uygulanan şiddeti “bu onların kültürü” diye önemsizleştirerek işin içinden çıkıyorlar. Ancak, açık bir şekilde görüldüğü gibi bu herkesin kültürü değil. Benim kanaatime göre bu İslamcılığın kültürü.
5. Araştırmalarım sırasında Almanya’da da sizdekine benzer bir uygulamanın olduğunu gördüm. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Avrupa genelinde bir çok ülkede aynı durum söz konusu ve bu İslamcılığın ivme kazanması ile doğru orantılı bir durum.
6. Peki, İngiltere’de önünüze hiç Türklerin taraf olduğu bir dava veya davalar geldi mi?
İngiltere içerisinde Türk vatandaşları ile ilgili bir hadiseden haberdar değiliz ama Almanya Türkler açısından ayrı bir hikaye. Oradaki durum hakkında şuan ciddi araştırmalar ve hazırlıklar yapıyoruz. Yakın zamanda örgüt ve hareketimizi orada da aktif hale getireceğiz.
7. İleriye yönelik projelerinizden söz etmişken genel olarak strateji ve hedefleriniz neler?
Kanımca başlıca sorun insanları İslamcılık ve şeriat mahkemelerinden uzaklaştırmak. Müslümanlar bu işten ve genel olarak İslamcılıktan zarar gören başlıca topluluk. Bunu onlara göstermeliyiz. Dolayısı ile bu davanın öncülüğünü ve bayraktarlığını Müslümanlar yapmalı. İnsanları tepkisel politik hareketlerden soyutlamayı başarırsak bu problemi daha net ortaya koyabilir ve mücadele edebiliriz.
8. Baktığımız zaman yerel ve uluslar arası insan hakları ile kadın hakları organizasyonlarından yeterince destek bulamadığınızı görüyoruz. Bunun sebebi nedir?
Sizinle aynı kanaatte değilim. Geniş kitlelerden destek alıyoruz ve global anlamda bir temsil gücümüz var. Öte yandan tepkiler bir dip dalga şeklinde ortaya çıkıyor. Ana eksendeki sol partiler, kadın ve insan hakları örgütleri genelde konuya sessiz kalıyorlar veya İslamcılığı ve şeriatı, kişilerin inanç özgürlüğünün bir parçası olarak görüyor. Bu kabul edilemez yaklaşım ve çok kültürlülük etiketi altındaki sosyal politika, Kültürel Görecelik fikri ile birleşince toplumun büyük bir kısmı eşit haklardan yararlanamadığı gibi onursuzca yaşamaya mahkûm ediliyor.
9. Şeriat mahkemelerinden dolayı İngiltere’de ve genel olarak Avrupa’da İslamofobi’nin artacağını düşünüyorum. Bu fikrime katılıyor musunuz?
Dine ve İslam a karşı olan muhalefetimizi yoğunlaştırmalıyız. Tabii burada sözünü ettiğim din, kişilerin inancı değil. Bir siyasi güç, bir politika aracı olarak kullanılan, adalet ve eğitim sistemi içerisinde yönlendirici bir etken olan din. Dini inanışların korunma altında olması ilkesi sadece bireyler için geçerlidir ve dini yönetimler ile şeriat hukukunun korunması gibi bir durum söz konusu olamaz.
Dinin siyasete alet edilmesini eleştirmek toplumsal gelişme yolunda her zaman bir katalizör etkisi göstermiştir ve bugün de bu gereklidir. Ayrıca bir dini ve onun uygulamalarını eleştirmek dindar insanların inançlarını eleştirmek anlamına gelmez. Tekrar etmek ve altını çizmek istiyorum. Sap ile samanı birbirine karıştırmamız gerekiyor. Problemleri doğru tanımlayıp ona göre hareket etmeliyiz. İnsanların dini inanç özgürlüğünü savunurken aynı zamanda onların kanun önünde eşit olma ilkesini, vatandaşlık haklarını, temel hak ve özgürlüklerini de savunmalı ve laiklik prensibinden ödün vermemeliyiz.
10. Şeriat mahkemelerine benzer Yahudi mahkemeleri de olduğunu öğrendim. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz ve bunlara karşı da faaliyetleriniz var mı?
Evet, haklısınız. Yahudi mahkemeleri de var ve biz aynı prensipler paralelinde onlara da karşıyız. Avrupa’daki çalışmalarımızın Kanada’da olduğu gibi başarılı olacağını umuyoruz. Ontario Eyaletinde ‘Tek Hukuk’ kampanyası sonucunda hükümet şeriat mahkemeleri ve Yahudi mahkemeleri, ‘Beth Din’lerin faaliyetine son verdi.
11. Son bir şey eklemek ister misiniz?
Geçmişten gelen şeriat ve tehlikeleri konusundaki tecrübeleri nedeni ile başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin desteği bizler için hayati önem taşıyor. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde sizde olduğu gibi geniş, bilgili ve etkili şeriat karşıtı kitle yok.
Choudary ile yaptığım söyleşi şeriat tehlikesinin artık açıkca Batı dünyasının da bir sorunu olduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan temel insan hak ve özgürlükleri ile özellikle kadın haklarına yönelik artan bu tehlikenin bizleri en çok ilgilendiren yanının ülkede yaşayan Türklerin sayısı nedeni ile Almanya olduğu açık.
Almanya’da da tıpkı İngiltere’de 2008 yılına kadar olduğu gibi konu geçtiğimiz aya kamuoyunun gözlerinden kaçırılıyordu. Ancak hukuk uzmanı ve araştırmacı televizyon muhabiri Joachim Wagner’in “Kanunsuz Hakimler” ("Richter ohne Gesetz") adlı kitabının yayınlanması Almanya’da bomba etkisi yarattı ve konu sadece Almanya’da değil dünya genelinde tartışılmaya başlandı.
‘Paralel Adalet’ adı altına kahvehanelerin ve camilerin arka odalarında kurulan mahkemelerde gasp edilen haklar, çiğnenen evrensel hukuk kuralları ve hatta namus cinayetleri Wagner’in çalışması ile su yüzüne çıktı.
Avrupa’da ilk günden beri yaşadıkları toplumlar ile uyum sorunu çeken ve devletin yetersiz, hatta olmayan politikaları ile İslamcıların/tarikatların eline düşen, maddi manevi olarak sömürülen başta Almanya’daki Türk topluluğu üzerinde bu ‘mahkemelerin’ yarattığı olumsuz durum ve sonuçları hakkında bundan sonra daha derin bilgilere ulaşacağımız kesin.
Başta İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’ye aykırı olan bu durumun göçmen ve misafir işçileri bir avuç İslamcının insafına terk etmek olduğu olgusu, yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Avrupa kamuoyunun bir kısmı artık “tehlikenin farkında” ve Kanada örneğinde olduğu gibi bu akıldışı ve kanunsuz uygulamaların ortadan kaldırılması için sesini daha gür çıkarmaya başladı.
K. Murat Yıldız