İnsanların vefatından sonra haklarında yazı yazmak, daha doğrusu övgüyü ve hele hele onların güzel vasıflarını bu dünyadan ayrıldıktan sonra yapmak hiç içime sinmemiş, samimi bulmamış, “neden vefatından sonra” diye beni hep düşündürmüştür!

                  Eğer insanlara yönelik bir övgü olacaksa ve bunu hak ediyorlarsa, bunun sağlıklarında yapılması gerektiğini, hayatta iken işe yarayacağını düşünenlerdenim.

                 Vefattan sonra dünya defterinin kapandığını, bundan sonra yapılacak her şeyin, ne dünyasına ne de ahiretine bir katkısı olmayacağını Müslüman olan herkes bilmektedir.

                 Şüphesiz insanlar hakkında sağlıklarında yazı yazmanın, hele de övme ya da yermenin riskleri ve olumsuz yönleri de vardır ve son derece hassas bir konudur. Bunu da anlıyor ve hassasiyetle karşılıyorum. Onun için hayatta iken yazı yazılamamakta, övme veya yermeye girilmemekte ya da çok nadir bir durum olarak görülmektedir

                 Bendeniz, bütün mahsur ve risklerini de göz önüne alarak yine de hassas bir dengede insanların hususen iyi yönleriyle hayatta iken anılmaları, güzel yönleri yazılmalı, yaşarken övgü, taltif ve takdire mazhar olmaları gerektiğini düşünenlerdenim.

                 Hayatta iken takdir edilecek insan hususiyetleri, hem yapanı daha çok teşvik edecek hem de yapmayanlara örneklik teşkil ederek, ilave faydalar sağlayacak, topluma mal olacak, topluma yönelik bütüncül hayırlara vesile olacaktır. Hiç şüphesiz bunu hak edenler için ve zamanımızda bunu hak edenlerin çok çok az olduğunu da beyan ve itiraf ederek.

                 Belki de ilk defa bu kural ve uygulamayı delerek, yakın geçmişte ( 2022 yılı ortalarında) ve hocamızın sağlığında ama hastalığında, yine vakıf hizmetleriyle meşgul A. Kadir Şen, hocamız hakkında bir yazı istemiş, “YÜREK DOST, HARUN TAŞKIN” başlığı altında yazmış ve yazdığım ceride de yayınlanmıştı.

                 İlk defa sağlığında ama hasta olduğu zamanlarda hakkında yazı yazmanın ve yaygın kuralı delmenin kısmen de olsa vicdan rahatlığı içinde Harun hocamızın ardından, aramızdan ayrılışının hüznü ile bir kez daha yazmaya çalışalım.

                 Bütün bir ömrünü akademik hayata veren Harun hocamızın, SAÜ denilince ilk akla gelenler arasında olduğu ve üniversite ile özdeşleştiği bilinmekte, Sakarya Üniversitesindeki öz geçmişi bir makale ile değil, kitapla ifade edilebilecek bir konumdadır. O, Yılmaz hoca ile birlikte, SAÜ’nin “HARUN HOCASI” idi ve ekseriyetle böyle tanınıyordu.

                 Biz bu makalede akademik hayatını değil de ( zira bizi aşar), daha ziyade  kişiliğini, sosyal yönünü ve  insani ilişkilerini bir nebze olsun ele almaya çalışacağız.

                Öncelikle Harun hocamız ile yaklaşık yirmi yıldır tanıştığımızı, kendisiyle benden çok daha uzun birlikteliği ve dolayısıyla benden daha çok tanıyanların ve hatıraları olanların olduğunu ifade ederek söze başlayalım.

                Harun hocamız hasbi ve kalbi bir Müslüman ve yürekten dost idi. Harbi ve düz bir karakter olduğu herkesçe bilinmektedir. Kolay ulaşılan, şehirle bütünleşen, halk ile hemhal olan hoca idi. Çoğunlukla olduğu gibi halktan kopmamış, halkın kendisi olarak kalmıştır.

                Kuzey doğu Anadolu kıyılarının çocuğu, Anadolu insanı, “Ana gibi yar, Anadolu gibi diyar”ın hamuruydu O. Kuzey sahillerinin özelliğini taşırdı çoğu kez. Zira o bölgede doğmuş, oranın toprağı, suyu ve havası ile yoğrulmuştu.

                Gerektiğinde sert, ama yeri geldiğinde pamuk kadar yumuşak ve vefalı idi. Bir o kadar da saf, iyi niyetli, tatlı ve güzel söze ve doğruya doğru diyen, hakikate itibar edenlerdendi.

                Değerler konusunda hassas ve tavizsizdi. Yanlışa çok sert, doğruya mülayimdi. Haksızlığa, edepsizlik ve saygısızlığa şiddetle tepki verenlerdendi. Pırofesör ünvanlı ama  derviş meşrepliydi. Yerli, milli ve İslami bir kimlik, kişilik idi. Bu toprağın insanı ve sesiydi.

.               Birlik vakfında yıllarca her Cumartesi akşamı beraber olur, hem misafir konuşmacıyı dinler hem de öncesi ve sonrasında ikili özel sohbetlerimiz olurdu.

                Vakfın demirbaşı, vazgeçilmezi, hizmetkarı idi. Her vakfa gittiğimde, merhum Yılmaz Güney hocamızla birlikte gözlerimin aradığı insanlar arasında ilk sıralar da idi. Onlar varsa tamamdı ve” VAKIF ADAM” idi.

                Çok yardımsever, cömert ve merhametli bir insan, duyarlı ve duygulu bir yapıya sahipti. Paraya önem vermez, paragöz bir insan değil, alan değil veren idi.

                Dış görünüş itibariyle biraz sert görünse de, arkasında büyük bir tevazunun, candanlığın, alçak gönüllülüğün ve kibir taşımamanın kişiliğini taşıyordu.

                Vakıfta her Cumartesi yemek verilir ve her hafta yemeğe bir kişi sıponsorluk yapar, yemeği üstlenecek kimse olmadığında hep o devreye girer, gereğini yapar, hizmetin aksamasına fırsat vermezdi.

                Üniversite talebelerine ve hususen Afrika’dan gelen kardeşlerimize imkanları ölçüsünde yardım ettiğini bilenlerdenim.

                Tipik bir güzel özelliği de, sohbet esnasında durup dururken  “Merhaba” demesiydi ve bu yönü ile de insanlarla daha yakın ilgi kurar, kalbine girerdi.

                 Hemşehricilik asla yapmaz ama hemşehrilerini sever, ilgilenir, kendisine sorun iletildiğinde yardım etmeye çalışır, çabalar ve bunu ayrımsız herkes için yapardı.

                 Bir mahdumunun yurt dışında olması ve malum sebeplerle dönememesi onu çok üzer, bu konuda tabii olarak çok dertlenir ve müsebbiplerine çok kızardı. Malum oluşumun! karşısında ama ailece mağduru iken, bir de erken yaşta hastalık imtihanı ile de imtihan edilmiş, yük üstüne yük yüklenmişti.

                 Yanılmıyorsam son on yıldan beri rahatsız olup, hastalığı onu çok yormuş ama buna rağmen son zamanlarına kadar hasta haliyle sosyal hayat içinde olmaya devam etmiş,  aksatmadan vakfa gelmiş, dostlarından ayrı kalmamıştı. Hastalığından şikayetçi olmaz, kaderine rıza gösterenlerden, sorulduğunda hep “iyiyim” demeye devam edenlerdendi. Ama hastalık ona çok çektirmiş, yormuştu. Hastalık onu daha da güzelleştirmiş, yüreğindeki yumuşaklığı bütünüyle dışa vurmuştu.

                  Son zamanlarda sık sık aramama rağmen, telefonlara bakamaz, çoğu kez açtığı halde cevap veremez durumdaydı. Hakkında bilgiyi, Sakarya’daki yakın ve ortak dostlarımızdan ve birde Akçaabat Devlet Hastahanesinde çalışan yeğeninden alıyor, Ankara’da ziyaret etmek için pilanlar yapıyordum.

                 Çok yaşlı ebeveynler nedeniyle birkaç yıldır, yılın kahir ekseriyetini Tırabzon’da geçirir, kısa süreliklerine döndüğüm Sakarya’ya gelir gelmez onu arar, hal hatırını sorar, “Senin için ne yapabilirim, yardımcı olabileceğim bir şey var mı” dediğimde, “Dua” derdi.

                 Arızi nedenlerle Arefe günü gecesi döndüğüm Sakarya’dan, yeğenimin düğünü dolayısıyla gittiğim Isparta’da iken, Akçaabat’daki yeğeni Engin Bakal aramış ve 23 Haziran da üzücü haberi bana iletmişti. 24 Haziran’da apar topar Isparta’dan dönmüş ve SAÜ camisinde cenaze namazına yetişmiş, Tırabzon’da toprağa verileceği günde yanında olamasak ta, Sakarya’da bütün dostlarının toplandığı son yolculuğunun ilk adımında yanında olmuştuk. Pandemi musibetinden sonra camiamızı en geniş şekilde bir araya getiren cenaze namazında bu dünyadan ebediyete giden son gün ve yolculuğunda, şairin dediği gibi “Bir tüy kadar sessiz” duruyor, yüzlerce dostu yanında olmasına rağmen, hiçbir şey demeden veda ediyordu.

                Arkasında bunca dostunu bırakarak ve bir daha dönmemek üzere.

                İLK İNSANDAN BUGÜNE KADAR OLDUĞU GİBİ VE BUNDAN SONRADA OLACAĞI GİBİ.

                 Harun hocam güle güle git. Muvakkat dünya hayatından terhisin hayırlı, ebediyete yolculuğun kolay, daimi ikametin Cennet olsun inşallah.

                 İnsanlığın en barbar mezalim ve soykırımına uğrayan son sahabe nesli binlerce GAZZELİ kahramanların gittiği yere sende gittin. Mevla seni de onlara komşu eylesin inşallah.

                 Onlara söyle ve de ki: “Türkiyeli kardeşlerin, ümmet ve insanlık sizi yalnız bıraktı.  İnsanlığın en mazlum ve mağdur ama en KAHRAMAN bir avuç milleti olarak tarihe altın harflerle isminizi yazdırarak gittiniz ve mutlak kazanan siz oldunuz, biz kaybettik. Sözde koca koca KAĞITTAN KAPLAN ümmetin idarecileri kaybetti, insanlık kaybetti.”

                 İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun. Muhakkak ki biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz.

                 Bekle bizi Harun hocam! Belki yarın, belki de yarından da yakın. Ama mutlaka geleceğiz. Kendi amellerimizle değil, Yaradan’ın sonsuz rahmet ve merhametine  sığınarak.