Gençlik yıllarının yaz aylarında geceler her zaman uzun olur…
O yıllarda çoğu genç insan gibi ben de sabahlara kadar oturur, gün ağarırken yatardım…
Fakat depremin olduğu gece erkenden yatmıştım…
Annem nazik bir üslupla ertesi sabah badana yapılacağını, evi erkenden terk etmem gerektiğini, bu yüzden de erken yatmamın hayrıma olacağını söylemişti…
Biraz da zorlanarak 23.00 civarında yatağa attım kendimi…
Dön o tarafa, dön bu tarafa derken güçlükle uykuya daldım…
19 yaşındaydım…
Babam vefat edeli üç sene olmuştu…
Ağabeyim gemiciydi…
Kim bilir hangi sulara yelken açmıştı…
Ablam ve eniştem tatil için Antalya’ya gitmişlerdi…
Annemle ikimizdik evde…
KIYAMET KOPUYOR
Erken yattığım için uykum çok ağır değildi…
Zor bela dalmıştım…
İlk anda çok büyük bir gürültü duydum…
Gözlerimi açtığımda ne olduğunun ayırdına varamamıştım henüz…
Ortalık zifiri karanlıktı…
Uykuyla uyanıklık arasında panikledim…
Anneme seslendim…
Yanıt alamadım…
Ses şiddetini artırıyordu…
Aklıma ilk gelen kıyametin koptuğu fikri oldu…
Kıyamet kopuyor, kimse kimseyi duymuyor, herkes kendi derdinde diye düşündüm…
Korkunç uğultu ve gürültüyü de İsrafil’in sura üflemesi şeklinde yorumladım…
Yatakta sırt üstü pozisyon alarak Azrail’i beklemeye başladım…
Yapabileceğim başka bir şey yoktu…
Derken annemin sesini işittim…
OH ZELZELEYMİŞ!
Annem seslenince, “Ne oluyor” diye sordum…
“Korkma oğlum zelzele oluyor” dedi…
“Yavaşça kalkıp bana doğru gel ve elimi tutmaya çalış” diye ekledi…
Oh be dedim içimden…
Kıyamet kopmuyormuş, alt tarafı zelzele imiş!
Kendimi kıyamet fikrine o kadar alıştırmıştım ki zelzele kelimesi çok hafif geldi beni…
Yüreğim güp güp attığı için ani kalkışımla beraber başım döndü, herhalde tansiyonum da düştü…
Zaten karanlık ortamda gözlerimin daha da karardığını hissettim…
Ayrıca yataktan ayağımı atar atmaz yokuş aşağı indiğimi fark ettim…
Her yerde cam kırıkları ve eşyalar vardı…
Sürekli ayağıma bir şeyler batıyor, bir şeyler önümü kesiyordu…
El yordamıyla odanın kapısına kadar ilerleyerek orada beni bekleyen annemin eline uzandım…
El ele tutuşarak engellerle dolu salondan ve koridordan geçtik ve kapıya ulaştık…
Apartmandan bağırış sesleri geliyordu…
MERDİVENLER YOK
Oturduğumuz apartman beş katlıydı…
Biz üçüncü kattaydık…
Kapıyı ilk açtığımızda ne yukarı çıkma, ne de aşağı inme imkânı olmadığını gördük…
Beton yığınları merdivenleri kapamıştı…
İlk şaşkınlığı atlatır atlatmaz yan komşudan gelen seslere kulak verdim…
Onlar da apartman boşluğuna çıkmış, olan biteni anlamaya çalışıyorlardı…
Depremden çok sonra rahmetli olan komşumuz Osman Kıtlık, ömrü cezaevlerinde geçmiş bir insandı…
Kükrercesine bağırıyor, sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu: “Silahım nerede? Silahımı getirin! Düşmanlarım geldi, evimi başıma yıkıyorlar!”
Allah Allah dedim, olabilir mi acaba böyle bir şey gerçekten…
Mantığım ne kadar durmuş ki böyle bir şeyin gerçekliğini bile sorgular hale gelmişim…
Velhasıl hepimiz bir araya gelip ne yapabileceğimizi tartışmaya başladık…
O arada Osman amcanın oğullarının apartman boşluğundaki pencereden aşağı atladıklarını gördüm…
“Herkes pencereden atlasın” diyorlardı…
Yahu dedim, üçüncü kattan atlanır mı?
Ama bir yandan da artçı sarsıntılar devam ediyordu…
Ya atlayıp kolumuzu bacağımızı kıracak, ya da binanın içinde durarak enkaz altında kalacaktık…
Herkes gibi ben de ayağımın kırılması seçeneğini tercih ederek pencereye yöneldim…
HAYATIMIN ATLAYIŞI
Gerçekten çok beceriksiz bir insanımdır…
Ortaokul ve lisedeyken beden eğitimi dersleri benim için hep çileli geçerdi…
Takla atmayı falan beceremezdim…
Normal zamanda yolda yürürken bile ayağım bir yerlere takılır…
Sürekli bir denge problemi yaşarım…
“Ben şimdi buradan nasıl atlayacağım” diye kurmaya başladım…
Önce bacaklarımı sarkıttım…
İki elimi pencerenin tepesine koyup gözlerimi de kapayıp “Ya Allah bismillah” deyip bıraktım kendimi boşluğa…
Kendimi bırakmamla yere inmem bir oldu…
Atladığım mesafe olsun olsun yarım metrelik bir mesafeydi, belki daha da kısaydı…
Sarsıntı sonrası altımızdaki iki kat toprağa gömülmüş, üçüncü katta oturan biz bir anda zemine inmiştik…
Bir yandan atlayışın kolaylığına sevinirken, diğer taraftan da alt kattaki komşuların akıbetini düşünmeye başladım…
Herkes aynı soruyu soruyor ve korku dolu gözlerle birbirine bakıyordu:
“Aşağıdakilere ne oldu!”
Öte taraftan 4 ve 5. katta oturanlar da binanın arka balkonlarından yardım istiyorlardı aşağı inmek için…
Sabah olunca manzara daha da netleşti…
Evin ön kolonları kırılınca ev secdeye yatar gibi yatmış…
Arkadaki kolonları evin yanında bulunan fırınla bizim bina arasında park etmiş kamyon ile binanın altındaki dükkânda üst üste istiflenmiş tekerlek jantları tutmuş…
Onlar olmasa belki de ev pres olacak ve bütün katlar birbirinin üstüne yığılacaktı…
Yatak odaları arka tarafta olduğu için hiç kimse ölmemişti…
Yıkılan duvarların açtığı boşluktan çıkmışlardı…
İLK TELEFON
Odamdan çıkarken hemen yatağımın başında bulunan cep telefonunu da almayı akıl etmiştim…
Bir şort, bir tişört ve cep telefonuyla birlikte yalınayaktım…
Çıkar çıkmaz eniştemi aradım…
“Abi burada çok büyük bir deprem oldu. Ev yıkıldı. Annemle biz dışarı çıkmayı başardık. Bizi merak etmeyin, iyiyiz” dedim…
“Evin oradan bir yere ayrılmayın, ben hemen yola çıkıyorum” dedi eniştem…
Zaten bir daha da iletişim kuramadık kendisiyle…
Hemen anneme dönüp, “Eniştem bizi almaya geliyor anne, merak etme” dedim…
Dedim ama kime dedim…
Karşımda duran yüzü kandan kıpkırmızı olmuş bir insandı…
HASTANEDEN MANZARALAR
Sonradan fark ettim ki annemin kafası yarılmıştı ve kanlar yüzene doğru iniyordu…
Hemen başına tampon yaptık…
Yine depremden sonra rahmetli olan ve mahallemizde dükkânı bulunan ve de dükkân ne alemde diye bakmaya gelen Mehmet Özpilavcı’nın arabasıyla en yakın hastanenin yolunu tuttuk…
Evimiz Ankara Caddesi, eski Garajlar mevkiindeydi…
Ulaşabildiğimiz en yakın hastane de Karaağaçdibi’ndeki Özel Bilge Hastanesi oldu…
Hastaneye bir girdik ki herkes yerlerde yatıyor…
Feryatlar figanlar hastaneyi inletiyor…
Zor bela ulaşabildiğimiz bir sağlık görevlisine annemin başının kanadığını söyledim…
Şöyle bir baktı, “Bir şey yok bu yarada. Sadece birazcık açılma var. Güzelce sarın öylece bekleyin” dedi…
“Şaka mı yapıyorsunuz. Görmüyor musunuz yüzündeki kanları” deyince o da bana, “Peki sen yerde yatan insanları görmüyor musun? Sence hanginizin durumu daha acil” yanıtını verdi bana…
Haklıydı…
Bütün sağlık personeli canhıraş bir şekilde ağır durumdaki yaralılara müdahale ediyordu…
Annemin başını sarıp yine Mehmet amcanın arabasıyla mahalleye döndük…
SABAHIN İLK IŞIKLARI
Evin hemen karşında Osman amcanın su istasyonu vardı…
Hep beraber dükkâna girerek sabah olmasını bekledik…
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte şehirde ne var ne yok diye bakmak istedim…
Tek başıma eski Garajlar mevkiinden şehir merkezine yürümeye başladım…
Yol boyunca tek bir yıkık bina ilişmedi gözüme…
Allah Allah dedim, deprem bir tek bizim evi mi yıktı acaba!
Baltürk Oteli’ni de geçip dört yol ağzına geldiğimde gördüğüm ilk manzara Tozlu Camii’nin yıkılan kubbesi ve yola serilen minaresi oldu…
Daha sonra yoldaki İş Bankası yazısı beni dehşete düşürdü…
Bildiğim kadarıyla 5 katlı bir binaydı…
Biraz ilerledikçe eski belediye iş hanının görüntüsüyle karşılaştım…
Çark Caddesi’nin girişini de yıkılan bir bina kapatmıştı…
İzmit Caddesi savaştan çıkmış gibiydi…
Felaketin boyutu artık gözlerimin önündeydi…
ANTALYA’YA YOLCULUK
Kısa bir gezintiden sonra mahalleye döndüm…
Gördüğüm manzaraları orada bulunanlara aktardım…
Herkes anlattıklarımdan dehşete düşmüştü…
Acaba kim sağ kim değil diye kafa yormaya başladık…
Su istasyonunda oturup beklerken bizim yıkılan evin önünde yerde oturan biri dikkatimi çekti…
Dükkândan çıkıp karşıya geçtim ki evin önünde oturan yakın arkadaşım Bilal Aydıntepe…
Resmen çömelmiş bir vaziyette harabeyi andıran eve bakıyor…
Herhalde o binada öldüğümü düşünüyor…
“Bilal” diye seslenince kafayı çevirdi ve beni gördü…
Birbirimize sarıldık…
Bir süre su istasyonu dükkanında oturduk…
Sonra başka arkadaşlar ve bazı akrabalar da gelip durumumuzu kontrol etti…
Depremden 18 saat sonra, 21.30 civarında eniştem geldi arabasıyla…
Antalya’dan Sakarya’ya tam 18 saatte varabilmişti…
Üzerimde şort ve tişört, annemin üzerinde gecelik ve ayaklarımız çıplak bir vaziyette arabaya atlayıp Antalya’ya doğru yola koyulduk…
Her şeyi geride bırakarak…
ÇADIR VE PREFABRİK
Bir süre Antalya’daki yazlıkta kaldıktan sonra yurda döndük…
Osman amcaların Bileciler Köyü’ndeki evinde ikamet etmeye başladık…
Daha sonra çadır kente geçtik…
Bir süre sonra da Dernekkırı bölgesinde kurulan prefabrik evlerden birine yerleştik…
Ben 2005 yılında evlenene kadar o prefabrik evde yaşadık annemle birlikte…
Abim gemilerde, ablam ise yurt dışında, gurbette idi hep…
Yıkılan evde zaten kiracıydık…
Eşyalarımız da enkaz olmuştu…
Her şeye sıfırdan başladık…
Bu vesileyle 17 Ağustos depreminde şehit olanlara ve de hayatımda önemli bir yer tutan Osman Kıtlık ve Mehmet Özpilavcı amcalarıma Allah’tan bir kez daha rahmet diliyorum…
Rabbim bir daha böylesi acılar yaşatmasın!