Yetimdi. On beş yaşındaydı babasını kaybettiğinde. Fotoğraflarındaki o hüzün, biraz da babasızlıktandır.
Çalışkandı. Arapça ve Farsçayı daha küçük yaştayken gittiği camide ve okulda, Fransızcayı evde kendi kendine öğrenmişti. Böylece hem Doğu hem de Batı klasiklerini orijinal dillerinde okuyup karşılaştırabiliyor, çeviriler yapabiliyordu. Çalışkanlığı sadece hayatıyla sergilemiyor şiirleriyle de anlatıyordu:
«Alınız ilmini garbın alınız san'atını;
Veriniz hem de mesainize son süratini.
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok san'atın ilmin; yalnız, ...»
Düşmandı. Tembelliğe, adamsendeciliğe, düşünmemeye, savsaklamaya… İslam ümmetinin içini bir kurt gibi oyan ve onu geri bırakan her şeye düşmandı.
Hayrandı. Osmanlı’nın camilerine, o camilerden okunan ezanlara… Çeşmelere, o çeşmelerden su içen çocuklara,abdest alan Müslüman kardeşlerine… Bebeğini emziren anneye, namusuyla geçinen rençpere, ilim tahsil eden öğrenciye, cephede çarpışan Türk askerine, ay yıldızlı bayrağa…İyi, doğru ve güzel olan ne varsa ona hayrandı.
Öğretmendi. Üniversitede, camide, hayatta… Öğrencilerini çok sevdi;kendi kırıldı, onlara hiç kırık not vermedi. Öğrencileri, milletiydi!
Vefakârdı. Ölen arkadaşının yetim kalan çocuklarını himayesine aldı. Öyle sözleşmişlerdi çünkü arkadaşıyla. Kim erken ölürse öbürünün evladını gözetecekti.
Dosttu. Hiç umulmadık kişilerle dostluk kuruyor, onların sevgi ve saygısını kazanabiliyordu.
Hafızdı. Kur’an-ı Kerim’i altı ayda hıfzetmişti.
Vaizdi. Sadece İstanbul’da değil, sadece camide değil… Balıkesir’de, Konya’da, Millî Mücadelenin yürütüldüğü her yerde, vaazlarıyla halkını bir araya getirdi, birleştirdi.
Baytardı. Okulundan mezun olmuştu baytarlığın ve severek yapıyordu bu işi.
Kıvrak zekâlıydı. “Siz baytardınız değil mi?” diye küçümseyerek soran bir züppeye“Evet, beyefendi, baytarım. Bir yeriniz mi ağrıyordu?”demişti. Zekâsının zekâtını ince mizahıyla veriyordu yeri geldiğinde.
Yüzücüydü. İstanbul Boğazı’nı karşıdan karşıya yüzerek geçebilecek kadar iyi bir yüzücü…
Pehlivandı. Yarışmalara katılıyor, yağlı güreş tutuyordu.
Milletvekiliydi. 1920’de Burdur vekili olmuştu. Temiz siyasetin tarihe geçmiş bir örneğiydi.
Şairdi. Ama bunu fazla önemsememiş, pek çok şairin aksine şairliğiyle hiç övünmemişti. Safahat’ımda şiir arıyorsan arama, diye seslendi okuruna. Bunu gören bazıları onun şiirini küçümsemeye kalktı. Oysa cevabını milletinin kalbine kazıdığı destansı şiirleriyle vermişti çoktan. Bu yüzden Cenap Şahabettin onu “Destan Şairi” diye selamladı. Nâzım Hikmet, “Akif, inanmış adam… Büyük Şair” diye yazdı şiirinde.
Fedakârdı. Sırtında doğru dürüst bir paltosu bile olmadığı halde İstiklal Marşından kazandığı para ödülünü almamış, Hilal-i Ahmer’e bağışlamıştı. Askere elbise dikilemiyorken nasıl alırdı o parayı?
Kederliydi. Kendisi için değil milleti için kederleniyordu. Hiç gitmedi o keder yüzünden, ölene kadar!
Heyecanlıydı. Milletinin bağımsızlık mücadelesi onu her şeyden çok heyecanlandırıyordu. Ankara’daki Tacettin Dergâhı’nda İstiklalin şiirini yazarken elleri titriyordu heyecanından.
Ve… Bütün bu renkli, mücadeleli, kahırlı, elemli ama ümitli ömründe hemen daima… Yalnızdı! “Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir” diyecek kadar yalnız… İstanbul’daki Mısır Apartmanı’nda gözlerini bu dünyaya kapatırken de yalnız… Son anda bir grup vatansever genç de cenazesine eşlik etmese kimsesizler gibi defnedilecek kadar yalnız…
Adı Akif’ti. Mehmet Akif! İstiklal Marş’ımızı o yazdı. Artık o benim değil milletimin eseridir, diyerek Safahat’ına almadığı İstiklal Marşını… Mecliste Hamdullah Suphi Bey tarafından ilk kez okunduğunda dualarla, gözyaşları, hıçkırıklar ve alkışlarla karşılanan marşımızı… Tam doksan altı yıl önce…
“Korkma!” diyordu. Çünkü ümitvardı. Allah’tan, milletinden, gençlikten ve gelecekten ümitvar. Biliyordu ki “istikbal”de de bu millet yine var olacak, istiklali için ne gerekirse yapacak.
Samimiyeti, cesareti, vatanseverliği, aşkı ve imanıyla “adam”dı! Akif’ti… Mehmet Akif!