“Mardiyye” razı olunmuş nefs demektir. Bir önceki mertebede kulun Allah’tan razı olmasından bahsetmiştik. Sadece kulun Allah’tan razı olması yetmeyip Allah’ın da kuldan razı olması icap eder. Bu gerçekleştiği takdirde “mardiyye” sıfatı Allah’a ait olmasına rağmen, amelleri bereketiyle bu makam kula da izafe edilmiştir.
“Nefs-i Râdıyye”, Allah’tan razı olanların; “Nefs-i Mardiyye” ise Allah’ın da kendisinden razı olduğu kimselerin makamıdır. “Sen O’ndan, O da senden razı olarak Rabbine dön!” (Fecr Sûresi. 89/28) ayetinde geçen “O da senden razı olarak” hükmü bu makama işaret eder. Bu makamda Allah kulundan razıdır. Kul da Allah’tan.
Dikkatinizi çekmek isterim ki; Hakikatte Allah kulundan razı olmasaydı, kul asla bu makama yükselemezdi. Bu makamda öncelikle Allah kulundan razı olmuştur ki ancak ondan sonra kul Rabbinden razı olabilmiştir. “...Allâh onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. (Beyyine Sûresi. 98/8) ayeti bu hakikati ifade eder.
“…Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” (Mâide Sûresi. 5/54) ayetine göre, Allah bizi sevmeseydi, biz Allah’ı sevemezdik. Çünkü sevgi yukarıdan aşağı dağılır.
Allah’ın razı olduğu Nefs-i Mardiyye mertebesinde merhamet ve sevgi öne çıkar. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet, cömertlik, affedicilik zuhur eder. Bu makamdaki kul, artık ilimde üç boyutu içeren “hakka’l-yakîn” mertebesinden seyretmektedir. Allah’ın izniyle bazı gayb sırlarına vâkıf olabilir. Allah, böyle kullarının -sanki- gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli olur. Söz ve nazarı tesirli olur.
Bu mertebedeki kişi, zâhiri yönden diğer insanlardan ayırt edilmez. Fakat bâtınî yönden cisimleri altına çeviren “simyacı” gibidir. Kendine lütfedilen marifet bilgisinden dünya halkına ikram eder. İlâhi bilgi dairesinin mahremidir. Onun müşahedesinde uzak/yakın aynıdır. Sesini uzaklardan işittirir.
Bu mertebenin sıfatları: Allah’ın ve Peygamberin ahlakıyla ahlaklanmak, beşeriyetin hakikatini idrak, mahlûkata merhametle muamele etmek, Allah’a yakınlık, Allah’ı tefekkür ve zikir, Allah’ın nuruyla safâ bulmak, eşyanın hakikatini idrak etmek, Hakk ve halkın muhabbetini bir arada cem edebilmektir. Bu makamın ehli, Hakk’ı söyler, Hakk’tan işitir. Ahlakı, Kur’an’dır.
“Kuşkusuz sen yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem Sûresi. 68/4)
Dalâletten hidayete götürmek amacıyla insanlara meyl ve muhabbet eder. Bu muhabbet Allah için olduğundan övülmüştür. Her şeyi yerli yerine koyar, adaletten ayrılmaz.
Bu mertebede “zikir, zâkir, mezkûr” (zikir/zikreden/zikredilen) tevhid olur. Kayyûm esmâsı kişide hal olarak tecelli eder. Kendisinin ancak Hakk ile kaim olduğunu, Allah’ın Zatı ile mevcud olduğunu, Allah’ın Zatının “Kayyûmiyet” sıfatı olmasa kendisinin de olmayacağı gerçeğine ulaşır.
İbadete layık tek mabudun Allah’ın Zatı olduğunun idrakiyle “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” (Bakara Sûresi. 2/131) diyerek kendi gölge varlığını ve âlemleri gerçek sahibine teslim eder. Senlik/benlik davası ortadan kalkar. Emanet sahibine devr edilir. Önceki mertebelerdeki “tevekkül” hali “tevfîz” haline dönerek kemâle erer.
Bu mertebe Tevhîd-i Zât mertebesidir. Zikri, Kayyûm’dur. Seyri, anillahtır. Âlemi, aşktır. Mahalli, hafîdir. Hâli, bekâdır. Makamı, sıddıkîyettir. Rengi siyahtır. Rüyası; depremler, tabiat olayları, gezegenler görmektir.
(Konu devam edecek)