Gazeteciliğe başlamadan önce, yani ilk gençlik yıllarımda çok fazla gündem takip eden bir adam değildim…
Okumayı seven bir insandım ama okuduğum şeyler genelde roman, hikâye, şiir türünde kitap ve dergilerdi…
Ara sıra haber bültenlerine bakıyor, şayet elime geçerse gazete okuyordum…
Okuduğum gazeteler de ulusal gazetelerdi…
Zira üniversite yıllarımda hep şehir dışındaydım…
Gerek haber bültenleri, gerekse ulusal gazetelere bakar, “Yahu bizim Sakarya ne kadar huzurlu bir yer” diye geçirirdim içimden…
Öyle ya; hemen her gün cinayetler işleniyor, trafik kazaları oluyor, hırsızlık, gasp, aklına ne gelirse yaşanıyordu diğer illerde…
Ama benim şehrimde böyle şeyler olmuyordu…
Tabii ben öyle zannediyordum…
Yirmili yaşlarımın başında gazeteciliğe başladığım zaman yerel gazeteleri de takip etmeye başladım…
Meğer benim şehrimde neler oluyormuş neler!
Sadece ben duymuyor veya görmüyormuşum…
Burada da kazalar oluyormuş…
Burada da insanlar birbirini vuruyormuş…
Burada da hırsızlık olayları yaşanıyormuş…
Sadece adli vakaların değil şehirler arası yatırım ve gelişmişlik farkının da ayırdına yerel gazeteleri okuyunca varıyor insan…
Diğer şehirlerdeki imkanları görüp de aynı imkanların kendi şehrinde olmadığını bu işe girince daha iyi anlıyor insan…
Kıyas yapma becerisine sahip olunca da insan ister istemez hayıflanıyor…
Gündemi ne kadar fazla takip edersen başın da o kadar ağrıyor haliyle…
Meğer gençlik yıllarımda ne kadar huzurluymuşum diye geçiriyorum içimden zaman zaman…
Yok o parti, yok bu parti!
Yok bu belediye başkanı, yok şu belediye başkanı!
Yolu, hastanesi parkı, bahçesi…
Kazalar, cinayetler, vurgunlar, talanlar…
Nasıl bir dünyanın içinde bulduk kendimizi böyle!
Velhasılı kelam aslında hiçbir şey olmuyor zannederken ben, çok şeyler oluyormuş şehirde meğer…
Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi, “saat işliyormuş lakin ben durmuşum!”
O gençlik günlerini nasıl da arıyor ve özlüyorum şimdilerde…