Kasabaya yakın bir çiftlikte bir at yaşıyor. Uzun kirpiklerinin arasındaki iri gözleri sanki bir deniz feneri gibi ışıklı bu at, tüyleri terleyince rugan deri gibi parlayan, alnında bembeyaz bir akıtması olan, ayakları sekili, boynu minyatürlerdeki gibi azıcık kavisli bir attır.
Etrafı yağmurla kararmış tahtalardan bir çitle çevrili. Bu güzel at, o çite aşık olmuş. Niye? Sanırım, çiti, kendisini düşmanlardan koruyan bir dost olarak görüyor. Bir bakıma öyle fakat çite at gözlüğüyle baktığının farkında değil bu at. Neredeyse 'Bu çit olmasa, ben uçsuz bucaksız kırlarda, dik yamaçlarda, çağıldayan derelerde, kurdun kuşun cirit attığı dağlarda, bozkırın, bataklığın rüzgarında, çamurunda ne yaparım? Bu çit olmasa, ben tımar yüzü görmeden koşmak, koşmak, koşmak zorunda kalmaz mıyım? Bu çitin dışında benim sırtıma binmeye pek meraklı düşmanlar vardır mutlaka. Peki, seyisim gibi beni özenle besleyecek kimse var mıdır? Bu çitin dışında benim açlık derdime kim çare bulabilir?' diyecek.
Gece gündüz demeden dünyayı gezen seyyahların, sırrını sadece kendilerinin bildiği bir yolculuğun duraklarını, il il, yöre yöre, tespih çeker gibi çekip giden ermişlerin, ülkeler fethetmeye doymayan akıncıların bindiği atların soyundan geldiğini hatırlamak istemiyor. Derelerin ışıl ışıl, soğuk sularından bir kere bile kana kana, burun deliklerini aça aça su içmemiştir bu at. Her gün, yalaktan ya da teneke kovadan içmiş, ılık, bulanık bir suyu. Yeleleri uça uça koşmamış, geçmediği yerlerden geçmenin hazzını duymamış, ormanlarda bir yıldırımın devirdiği kütüklerin üzerinden, rengârenk çiçeklerin yanından yel gibi geçmemiştir hiç.
Sahibinin ufuksuz dünyasına ilişip kalmış bu ata özgürlükten bahsetmek ne saçma. Çitin içindeki alanın ilelebet ona ait olduğunu sanıyor belki de bu at. Atalarının aksine yerleşik bir hayatı kabullenmiş bu at. Yoksa ölünce onu o çitin içinde bir mezara gömecekler, başına da 'Çiftliğine bağlı yaşayıp ölen at burada yatıyor' yazan bir kitabe dikeceklerini mi sanıyor? Kimbilir.
Çitin dışını hiç merak etmiyor bu at. Korkuyor belki. Yorulmaktan, gitmekten, tanımadığı bir dünyayla baş etmeye çalışmaktan çekiniyor. Şaşırmaktan ürküyor. Olamaz mı? Biraz da bedavacı bir yanı var galiba bu atın. Yoksa ilerideki canlı ağacı daha çok sever, gidip kuru tahtadan başka bir şey olmayan şu çite aşık olmazdı. Zaten, o çite gelip konan kuşların şarkılarından bile ürküyor bu at. Küçük kulaklarını o şarkılara tıkıyor. Çünkü kuş şarkısı da olsa şarkı özgürlük demek. Özgürlük bu atın en çok korktuğu şey. Özgürlük, şişko bir sahipten yem beklememeyi göze almak demek.
Okuduğum okullarda, dersini anlatmak için yaslandığı kürsüyü, bu atın o çiti gördüğü gibi gören hocalarım oldu. Çalıştığım iş yerlerinde, ofisteki masasını böyle gören mesai arkadaşlarım da. Zavallı attan daha vahim durumda o kadar çok insan tanıyorum ki aslında.
Bu at, kuşların şarkılarını nasıl dinlemiyorsa, bu insanlar da hayatın ifadelerini öyle işitmiyorlar işte. Ne sorsanız aynı cevaplar, ne deseniz aynı sağır kulaklar, aynı boş bakışlarla çürüyen, ancak camdan bir göz kadar ışıldayan gözler. Bahtsız atın, attan ve uzaktan anlamayan sahibine bağlılığı gibi, bir de bahaneleri vardır daima. Yasakları, ayıpları, kuralları, görgüleri. Yazık ki, kinleri ve dostlukları da o atın bağlılığı kadar anlamsız. Odalarının boş duvarlarının, soğuk flüoresanlarının, otuz yıldır zeytin ve peynir tabağının bile yerinin değişmediği kahvaltı sofralarının, herkesin otomobil sahibi olmasından sonra artık hiç gidilip gelinmeyen komşularla dolu sokaklarının, yavan dedikodularının, sıradan günahlarının, neşesiz, içsiz ibadetlerinin, kutlamasız, bayramsız, müziksiz, resimsiz, hediyesiz, kedersiz, gerçeksiz hayatlarının, kendi dilinde bile dilsiz konuşmalarının, gittikçe daha naylon eşyalarının, şişko çiftçinin kasabaya gidip gelmesi dışında bu atın kullanılmayan eğeri gibi hem küf hem de nemli bir deri kokusu yaydığının farkında mıdırlar acaba?
Zavallı, korkak, rahatına düşkün at! Çitlerin üzerinden atlayamadın diyelim, hiç değilse şu ilerideki ağacı sev, kuru tahtadan ibaret çiti değil. Kuşları da dinle. Onlar gidemediğin yerlerin şarkılarını getiriyor sana.
(Şikeyi mi yazayım, tiyatro tartışmasını mı? Sait Faik Enstitüsü kurmayan ama markalaşmaya çalışan Sakarya Üniversitesi’ni mi? Tüvasaş’ın taşınmasını mı? Dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisine sahip, ihracat rekorları kıran, açlık sınırının 900 lira olarak hesaplandığı bir ülkede 600 lira ücretle çalışan emekçinin bayramını mı? Yılkı atı kadar kıymetimizin olmayışını mı? En iyisi eski bir yazıyla attan, özgürlükten ve umuttan bahsetmek. Fakirin ekmeği olan umuttan!)