Saraybosna’ya yukarıdan bakan tepelerden birindeki Kovaci sakinleri, kıyamet sabahına kadar İslam’ın bayraktarı olarak şehidimiz/şahidimizdir bizim.

Merhum Alija, Cumhurbaşkanı’ydı. Bilge Kral kendine özel bir yer istemedi. Bosna şehitleriyle birlikte olmak istedi. Kovaci Mezarlığı’nda kardeşleriyle beraber kıyamet sabahını bekliyor şimdi. Haksızlık eden, zulmeden, Boşnak Müslümanları katleden tüm canilerden Allah’ın huzurunda hesap sormak üzere…  

Ortodoks Sırplar nedense Türkleri hiç sevmediler. Müslüman Türkler, Boşnak ve Arnavutlar Sırpların yayıldığı topraklarda yaşamamalıydı. Bu sebeple, yüzyıllar öncesinde “Od Jadrana do Irana nece biti Muslimana” dediler.

Bosna, bizim ülkemizdir. Başkent Sarajevo, (Saraybosna) geçmişe dönük acıların, geleceğe dönük ümitlerin, her şeye rağmen yaşam sevincinin el üstünde tutulduğu şehridir. 

Bosna’da kahve geleneği kutsal bir ayin gibidir. Bilenlerin bildiği, bilmeyenlerin de hiç umursamadığı bakır cezve takımıyla, yanında lokumla birlikte servis edilir. Telvenin altında kalıp görünmeyen “Osmanlı yıldızı” işlenmiş sapsız fincanla servis edilirken,  Türklerin zamanını hasretle hatırlatan acı kahvenin ülkesidir Bosna. Kimileri için de Bosna; bakır cezvede odun ateşiyle pişen sıradan bir kahvedir.  

Kimileri için Bosna; Baş Çarşı içinde sağa sola kıvrılan daracık sokaklar arasındaki fırınlarda (pekara) pişen enfes kıymalı, peynirli, spanać (ıspanak) Boşnak böreklerinin ülkesidir. 

Bosna dervişler/âşıklar ülkesidir aynı zamanda. Sarajevo’da, Travnik’te, Mostar’da, Tuzla’daki tekkelerde âşıklar zikrederler gecelerin karanlığında, sabahların seherinde… Baş Çarşı’daki tramvay istasyonunun hemen arkasında yer alan Hacı Sinan Kadiri Tekkesi, otantik yapısıyla, tekke duvarına nakşedilmiş ayetleriyle 350 yıldır Bosna’da yaşananları hiç konuşmadan anlatır ziyaretçilerine. Visoko’dan Travnik’e giderken yanından geçeceğiniz Mesudiye Tekkesi, adı gibi mes’ut ve safâlıdır.   

Bosna şehitler ülkesidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun beş asır boyunca gâvur Avrupa’ya insanlık öğrettiği İslam’ı temsil eden medeniyet vitrinidir. 

Belki de sizlere, Blagay Tekkesi’nde zikir çeken alp-eren dervişleri anlatmalıyım… Yok, yok… Belki de; gözlerinin rengini Buna Nehri’nin maviliğinden almış Boşnak kızlarının güzelliğini ve asaletini anlatmalıyım. 

Belki de üstü kapalı olarak Svjetlana’yı anlatmalıyım sizlere. Belgrad’lı genç bir Sırp kızının Mevlânâ’yı rüyasında görmesiyle başlayan trajik hikâyesini ve ardından Konya’ya gelip nasıl Müslüman olduğunu anlatmalıyım…

Savaşın hemen ertesinde yaşamın tüm zorluklarına, asırlarca süren düşmanlıklara rağmen Kosova’dan çok da uzak olmayan Bosna topraklarında yeni bir aşk hikâyesi filizlenmeye başladı. Sırp kızı, ‘Svjetlana’ ile Arnavut genci, ‘İlir’in aşk hikâyesiydi bu. Svjetlana ve İlir, “aşk ve muhabbet şehri” Sarajevo’da birbirlerine ölesiye âşık oldular. Yıllardır savaş halinde olan ırklarına rağmen, aşkları galip geldi. Yüzyıllara uzanan kin, âşıklara engel olamadı. Aşkın dini, ırkı ve rengi yoktu. Aşk, her zaman vardı. Aşk, savaşlara rağmen yeryüzünde var olmaya devam edecekti. Göçmen hikâyelerinin yazıldığı Balkan topraklarında muhakkak yarım kalan bir aşk hikâyesi vardır. Kimselerin bilemediği ya da bilenlerin söylemediği…

Yıllar öncesiydi. Doğduğu topraklarda, Kosova’da şehid olan İlir’in veda mektubunu Svjetlana’ya ulaştıran Cemal Mulaku’nun tam da tahmin ettiği gibi İlir ve Svjetlana’nın hikâyesi bu dünyada tamam olmamış aşklardan biriydi. Aslında hepimizin yüreğinde yarım kalan böylesi hikâyeler yok değildir. Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Azra ile Vâmık, Mem ile Zîn hikâyeleri ortak coğrafyamızın ve hepimizin gönül sermayesiydi. 

Kaderle coğrafyanın iç içe geçtiği Balkan topraklarındaki Rumeli illeri, Tuna boyları, Şar Dağları yamaçlarında yaşanan savaşlara, aşklara, acılara ve hüzünlere dair nice ağıtlar yakıldı, nice türküler söylendi…

Kim bilir kaç âşık, elveda diyerek ardından el salladı tren garlarından, beyaz oyalı mendil sallayan gözü yaşlı yârine

Göçmenleri yurdundan koparıp çok uzaklara taşıyan trenlerin bu dünyada hoyratça ayırdığı kardeşlerden kim bilir kaçının mezar taşı hüzünle soldu. 

Sevdiğinden ayrılan Balkan kızlarının gözyaşları Sarajevo’dan Üsküdar’a kadar yağmur oldu yağdı ehl-i aşkın ruhları üzerine.

Svjetlana ile İlir’in aşk hikâyesini anlatmadım sizlere. Anlatsaydım eğer, kimi burun kıvırırdı… “Sıradan bir Mâcır hikâyesi” diyerek küçümserdi belki…

Kimi de kendini bulurdu. Vatan topraklarını terk ederken ardında gözü yaşlı bıraktığı aşkını, ailesini, sevdiklerini bulurdu hikâyenin içinde. Belki de kağnılarla, göçmen trenleriyle başlayan Balkan trajedisini hatırlayıp iki damla gözyaşı dökerdi…

Baş Çarşı’da yüzyıllara direnen Sebil’in önünde buluşsaydık eğer, sizi Moriçe Han’a götürürdüm… Avludaki Osmanlı Sancağı ve  ulu çınarın gölgesinde, sevdalinka türküleri eşliğinde içilen kahvenin hatırına şimdiye kadar yazılmayan Bosna’daki aşk hikâyesini de anlatırdım sizlere.