Anadolu Yayıncılar Derneği tarafından Ankara’da düzenlenen Uluslararası Kültür Turizm ve Demokrasi Kurultayı ve Medya Çalıştayı’na katıldım iki hafta önce…
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın konuşmasıyla başlayan programda usta gazetecilerin moderatörlüğünde çeşitli konular ele alındı gün boyu…
Sunumlarda en fazla ilgimi çeken ve beni bir hayli sarsan hiç şüphesiz Hürriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Hande Fırat’ın sözleri oldu…
Bilindiği gibi Hande Fırat 15 Temmuz’da hain kalkışmanın yapıldığı saatlerde FaceTime programı ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a bağlanarak olayların seyrini değiştirmişti…
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu canlı yayın sayesinde vatandaşları sokağa çağırmış ve kalkışma böylelikle başarısızlığa uğratılmıştı…
O günün dehşetini yeniden yaşıyormuşçasına konuşmasına başlayan Hande Fırat, “O gece hepimizin aklında çocuklarımız vardı. Onlara nasıl bir gelecek bırakacağımız sorusu vardı. Şayet bu gece bu binadan çıkabilirsem sabah göğsümü gere gere çocuğumun yüzüne bakabilirim dedim kendi kendime. Sadece çocuğumun değil aynanın karşısına geçip kendi yüzüme de bakabilirim” şeklinde sürdürdü sözlerini…
Çoğu insanın bir köşeye sinip olup biteni izlediği bir hengâmda Hande Fırat dibine kadar gazetecilik refleksi ile hareket etmiş, hem darbeye direnmiş, hem de bihakkın gazetecilik görevini ifa etmişti o gece…
Bu sözlerden sonra oturduğum koltukta kaskatı kesilerek kendi muhasebemi yapmaya koyuldum…
Acaba ben hain kalkışma gecesinde üzerime düşeni tam anlamıyla yapabildim mi diye sordum kendi kendime…
Sadece o gece de değil, bütün bir gazetecilik hayatım boyunca hakkını verebildim mi bu mesleğin diye düşünmeye başladım…
Sahi ne için yapıyordum ben bu mesleği?
Gerçekten vatandaşın ve kamunun çıkarları için mi yoksa kendi menfaatlerim için mi?
Gazetecilik yapmaktaki amacım fakir fukaranın garip gurebanın sesini duyurmak, tüyü bitmemiş yetimin hakkını hukukunu savunmak için miydi?
Devletin ve milletin yanında durup haksızlıklara karşı durmak için mi?
Yoksa bu gücü kullanıp kendime çıkar elde etmek, ayrıcalık kazanmak, her türlü işimi gördürmek, desinler ve beğensinler mantığıyla egomu şişirmek ve de sağa sola torpil ve iltimas geçmek için mi?
Acaba çocuğumun yüzüne bakacak yüzüm var mı benim gerçekten?
Dönüp de aynaya bakacak yüzüm var mı?
***
Bu gibi soru ve düşüncelerin sarmalında oturdum kaldım sandalyede…
Daha sonra neler konuşulduğunu bile hatırlamıyorum…
Programın henüz başında dersimi almış oldum zira…
Sevk-i İlahi diye bir şey vardır bizim inancımızda…
Hiçbir şey boş yere ve tesadüfi değildir…
Benim o gün o şehirde, o salonda bulunmam ve bu sözlere muhatap olmam kesinlikle tesadüf değildir…
Rahmetli Hüseyin abinin (Selim Gündüzalp) sözü çınladı bir kez daha kulaklarımda:
“Ne iş yaparsan yap, hakkını vererek yap” derdi hep…
Gerçekten hakkını verebildik mi ki biz bu mesleğin?
Attığımız manşetlerle, yazdığımız makalelerle kime, kimlere hizmet ettik bugüne kadar?
Kimin değirmenine su taşıdık?
Hangi haksızlığın son bulmasına, hangi mağduriyetin giderilmesine vesile olduk yaptığımız haberlerle?
Sadra şifa olacak ne söyledik bu sütunlardan?
Herkesin arsızlıkta birbirini kolladığı, herkesin sessiz sedasız gemisini yürüttüğü bu ortamda kaçımız çıkıp da hakikatleri haykırabildik?
Eğilmeden bükülmeden, korkmadan yılmadan, menfi hiçbir hesabın peşine takılmadan vurabildik mi yanlışlarını insanların yüzüne?
Hüseyin abimi ebediyete uğurladıktan sonra, bilhassa söylediği bu cümle meşgul ediyor zihnimi günlerdir:
“Ne iş yaparsan yap, hakkını vererek yap…”
***
Söz Hüseyin abiden açılmışken bir hatıramı daha nakletmeden geçemeyeceğim…
Bir cuma günüydü…
Geleneksel kuru fasulyemizi yemiş sohbet ediyorduk…
Yanında oturuyordum Hüseyin abinin…
Bir ara bana bir not mu yazacaktı, bir şey mi izah edecekti yoksa birine kitap mı imzalayacaktı orasını net hatırlayamıyorum; kalem istedi çevresinden…
O an orada bulunan şimdinin Büyükşehir Belediyesi İnsan Kaynakları Daire Başkanı Alpay Şirin cebinden çıkarttığı kalemi uzattı Hüseyin abiye…
Hüseyin abi yazarken, “Maşallah güzel kalemmiş. Yağ gibi kayıyor kâğıdın üstünde. Nereden aldın bunu” diye sordu…
Alpay abi de, “Hediyem olsun abi. Belediyede kullandığımız kalemlerden” cevabını verdi…
Bunu duyan Hüseyin abi, “Aman kardeşim al koy şunu cebine. Madem belediyenin kalemidir kullanması gereken kullansın. Beytülmal sayılır, üzerinde herkesin hakkı vardır” diyerek sanki ateşi tutuyormuşçasına bir aceleyle düşürdü kalemi elinden…
Değeri belki de 5-10 TL’yi geçmeyecek o hediyeyi bile kabul etmekten imtina etti…
Zira Hüseyin abi biliyordu ki “Dünya malı dünyada kalır…”
Biliyordu ki bu dünyadan göçtüğümüz vakit yanımızda götürebileceğimiz tek şey salih amellerimiz olacaktır…
Başka bir şey değil…
ULUCANLAR CEZAEVİ
Ankara’daki program bir zamanların meşhur cezaevi Ulucanlar’da gerçekleştirildi…
Altındağ Belediyesi tarafından müzeye çevrilen Ulucanlar Cezaevi’nde gezme imkânım da oldu bu vesileyle…
Türkiye’nin ilk cezaevi olma özelliğini taşıyan Ulucanlar’da kimler kalmamış ki bugüne değin:
Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Fakir Baykurt, Yılmaz Güney, Deniz Gezmiş, Cüneyt Arcayürek, Metin Toker, Talat Aydemir…
Ve daha birçok siyasetçi, gazeteci, şair ve yazar…
İdam cezasına çarptırılan birçok ismin infazı da burada gerçekleştirilmiş…
Tarih boyunca kimler gitmemiş ki darağacına Ulucanlar’da:
İskilipli Atıf Hoca, Maliye Nazırı Cavit Bey, Albay Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mustafa Pehlivanoğlu, Erdal Eren ilk akla gelen isimler…
Koğuşları tek tek gezdim, avlularda voltaladım, tecrit hücrelerindeki atmosferi soludum…
İnsanın tüyleri diken diken oluyor gerçekten…
Yatakların başucuna orada kim kaldıysa resmini ve bilgilerini asmışlar…
Tek kişilik hücrelere mahkûmların balmumu heykellerini yapıp seslendirme de ekleyerek orada yaşananların gerçek gibi aktarılmasını sağlamışlar…
Mahkûmların volta attığı avlular, yıkandığı hamamlar, görüşme odaları, kurulan darağaçları, her ayrıntı canlı gibi sunulmuş insanlara…
Bir avluda gezinirken Nazım Hikmet kendi sesinden şiir okuyor hoparlörden…
Kimi hücrelerde yanık yanık “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım. Bu da gelir bu da geçer ağlama” türküsü söyleniyor…
Bazı hücrelerden bağırış çağırış ve işkence sesleri yankılanıyor…
Cezaevi duvarlarının birinde boydan boya Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmed’e Mektup” şiirinden bir bölüm…
Diğer bir duvarda Nazım Hikmet’in “Bugün Pazar... Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” diye başlayan meşhur mısraları…
Gerçekten dört dörtlük bir müze olmuş…
Dönemin atmosferi büyük bir ustalıkla yansıtılmış…
Ne diyelim…
Allah kimseyi cezaevine düşürmesin!