Asrın afeti olarak kabul edilen 17 Ağustos 1999 depremi sonrası, depremin yaptığı tahribatı görmek üzere ilimize gelen yerli-yabancı ziyaretçilerle, bir gazeteci olarak görüşüp izlenimlerini aldığım olmuştu…
Onlardan Hollandalı bir hanımın şu sözleri beni hayli ilgilendirmişti;
“Bu şehirde depremin izlerini, gelecek kuşaklara yansıtacak öylesine müthiş ve ilgi çeken yıkıma uğramış sokak ve caddeler var…
Siz gazeteci olarak bunlardan en önemlilerinden birini açık hava deprem müzesi şeklinde korumalısınız ki bir daha böyle yıkımlar yaşamasın bu şehir.”
Tarihinde 25-30 yıl aralıklarla büyük depremler yaşayan bir fay hattı üzerinde bulunan şehrimizde dönüp baktığımızda geriye böyle çarpıcı ve üzerinde durup ders alınacak, ibretle gözlenecek bir açık hava müzemiz olmadı, oluşturulamadı ne yazık ki…
Dünya üzerinde aynı konumda olan ülke ve şehirlerin çoğunda böyle açık hava deprem müzeleri olduğu bilinir…
Bu konuda en çarpıcı örnek Japonya başta olmak üzere, Avrupa’nın da bazı şehirlerindeki açık hava deprem müzelerini hatırlatmak isterim…
Dönüp baktığımızda geriye Yenicami Sokak’taki dramatik tablo, açık hava müzesi için örnek verebileceğimiz birkaç sokaktan biriydi…
Burası, başı ve sonu kapatılarak açık hava müzesi haline dönüştürülebilirdi…
Tabii ki deprem mağduru halkın rızası alınarak ve zararı karşılanarak…
Ama olmadı…
Şimdi süreç hızla yine öyle bir sona doğru gidiyor…
Bırakın açık hava müzesi yapılmasını ve Hollandalı hanımın sözlerini bir kenara, gazetemizin kurucusu merhum Hasan Uyar’ın bahsettiği ve hiçbir zaman aklımdan çıkmayan çarpıcı sözleri gelir, böyle durumlarda aklıma…
1960 darbesi sonrasında ilimizde vali ve belediye başkanlığı görevini üstlenen Sedat Kirtetepe Paşa görevini tamamlayıp şehrimizden ayrılırken topladığı gazetecilere söylediği şu çarpıcı söz akıllardan çıkacak gibi değildir asla…
“Ben görevimi tamamladım ve şehrinizden ayrılıyorum…
Ama sizler kamu görevi yapan ve halkı aydınlatmak durumunda olan gazeteciler olarak burada yaşayacaksınız…
Yapılan derinliğine bir sondaj neticesi, inilen yaklaşık 800 metrede dahi sağlam bir zemine rastlanmadı…
Hal böyle iken yapılaşmada 3 katın dışına çıkılması, bırakın risk olmasını adeta cinayettir…
Buna asla müsaade etmeyin…
Aksi halde siz de vebal altında kalır, sorumlu olursunuz.”
İşte o uyarılardan sonra yaşadık 1967 ve 1999 depremlerini…
Çok acılar çekti bu şehir, yasa tanımaz bir anlayışın ürünü olan çok katlı binalar nedeniyle…
İsteriz o günleri günümüze taşıyacak ve ibret alınacak yerler, bilgiler ve toplantılardan istifade edilsin…
İşte bugün yıllar sonra bir kez daha gündeme getirmek istediğim açık hava müzesinin esprisinden kaynaklanan duygular böyle…
Şehrimizde bir deprem müzesi var…
Ancak pek ilgi çektiği söylenemez…
Oysa yana yatmış, adeta çökmüş hasarlı-hasarsız binaların bulunduğu bir sokağı açık hava deprem müzesi haline getirmek, gelecek kuşaklar için son derece çarpıcı, bir o kadar da ders alınması gereken unutulmaz bir tablo olarak, ülkenin ve dünyanın gündemine damgasını vurabilirdi…
Bütün bunların ışığında, gönül ister ki depremler olmasın, tedbir alınsın, acılar yaşanmasın…
Adım adım sinsice yaklaşmakta olan bir deprem düşüncesi allak bullak ediyor insanı, her akla gelişinde…
Eğrisi doğrusuyla, akıyla karasıyla üç büyük depremi geride bırakan bu il, yaşadığı musibetlerden ders alıp başını soktuğu yuvaları, ekmek teknesi işyerlerini isteriz ki sağlam temeller üzerine oturtsun...
Bu duygularla “Peygamber çiçekleri” gidiyor ilimizin kaderini elinde tutan kurum ve kuruluşlar ile halkımıza…