“Kaderine meydan okur, kendi yolunu çizer

Karanlıkta bir yıldız, umutla parıldar”

Karanlık Bir Odada, Yalnız Bir Ruh; RockingCapriccio201

Rastlantıları izlerken ve içinden geçtiğimiz zamanı okurken, olanı anlamak için her zaman çok da güvenilmeyen fakat aşağı yukarı tekrar eden örüntülerle ilgili bana fikir verecek geçmişe bakarım. Özellikle de eğer görüşüm bulanıklaştıysa, zihnim dış illüzyonlara kendini kaptırdıysa. Hani olur ya gerçeklikle ilgili her şeyin geçirgenleştiği, merdivenlerin hepsinin eriyip aktığı… Bu zamanlar da, belki bir 1978 çocuğu olduğum için TRT Radyo 3’e dayarım zihnimi. Bunu istemsizce yaparken zaman içinde anladım ki bunun nedenlerinden birisi tüm spikerlerin her bir harfe, sese vurarak muazzam bir diksiyon, yapı ve düzen içinde konuşmalarıymış. Diğer yandan sezgilerimle algılayabildiğim bir kavramsal güvence ve bir satranç tahtası gibi dizilmiş akış… Zihnimin yeniden omurları üzerine dizildiği yerde, dünyam netlik kazanmaya başlar. Ve sadece TRT Radyo 3 değil bu hizanın kaynağı…

Bu yazıya ilham olan ve ergenlik sersemliğimin önemli bir parçasında, sersemlikler başyapıtı bir dönemimin benim ifademle şehre heykeli dikilesi insanı; kendi ifadesiyle “eskide kalan” bir insan. Gürhan Kayabaş. Kendisi Overkill’in en sevdiği 1990 kadrosuyla benim kafamı “ne röportajı” noktasına kaydırmaya çalışırken, şimdi burada olması benim için çok kıymetli. Şuradan, yani yine anılardan, -hazır Merkür de retro iken- başlamak istiyorum… Nitekim zihin labirentlerine adım atmak için en doğru zaman….

Gürhan Kayabaş kimdir? Tabi ki cevap nüfus dairesinde değil; benim düşsel dünyamın ve zihin labirentimin içinde. O, 1990larda Sakarya’nın sokaklarında, görsel olarak hiç ama hiç alışılmadık bir kadro ile yay gibi göğe fırlayacak gibi duran saçları ve upuzun boyuyla bir Comet etkisiyle yürüyordu. Onun belleği harikadır, nasıl tanıştık hatırlar; ben hatırlamıyorum. Canlı bir ikon gibi izlediğimi hatırlıyorum sadece. Benim düşsel dünyamın en sağlam imgelerinden Gürhan. O ergen jölemsi akışkanlığımızda bize kitaplar veren, kasetler veren ve dinle / oku gel konuşacağız diyen o müthiş zihinsel hiza arketipi, usta. Aman bu böyle akılcı bir sabitlikten anlaşılmasın. Bu öyle bir hiza ki, seni kendi dünyanı yaratma özgürlüğü, farkındalığı ve tabi ki sorumluluğuyla tanıştıran bir hiza. O nedenle gayet disiplinli… Aynı dönemde ortaokul, lise yapısının “disipline verme” kalıbına karşıt, disiplinin gerçekliği yaratan müzikal ahengi ve gücünü kafalarımıza birer tohum gibi ekmiş. Bize satranç öğretemedi fakat satrancın tam da bu gerçekliği inşa eden kavramsal yapısını öğretmiş. O nedenle TRT Radyo 3 gibi, algım bulandığında, hatırladığım en önemli arketip kendisi… İçinden geçtiğimiz zamanda bu ustaların azlığını ve o zamanın içindeki alanını düşününce de benim için heykeli dikilesi bir deneyim ustası oluyor…

 

Ben seni kendi dünyamda, böyle bir kavramsal alanda tanımladım. Tabi benim tanımım senin hakikatin olmayabilir değil mi? Sen kendini nasıl tanıtmak istersin? Bir kahraman olarak kendi hikayendeki yolculuğunun nitelikleri nedir?

Gürhan: Uyum sağlayamadığı bir dünyada yaşamaktan yorulmuş kendini sürüden izole etmiş biriydim. Arada sırada oynadığım bir oyun olarak algıladığım satranç, tam da bu evrede hayatıma yön verdi ve canımı sıkan beni bunaltan olayları geride bırakmak için sığındığım güvenilir bir sığınak haline geldi. Ne kadar çok oynarsam sorunlardan o kadar uzaklaşıyordum. Bu gönüllü kaçış zihinsel açıdan pek çok yönü tetiklemiş olmalı ki zaman geçtikçe gerçekleşen değişimlerle birlikte bakış açım genişledi ve olayları eskisinden farklı yorumlamamla sonuçlandı.

Biraz satranç ve gerçeklik inşası üzerinden konuyu açmak istiyorum Gürhan. Enformasyon teknolojilerinin, tüketim kültürünün bir Hulk’a dönüştüğü şu zamanda, teknoloji tarafından labirentinin küpleri sürekli değiştirilen fareler gibiyiz. Enformasyon Teknolojileri sergisinde, mekanik bir kolla küplerden oluşan labirenti sürekli değiştiren bir makine ve bu labirentin içinde çıkış yolunu hiç bulamayacak farelerle yapılan bir yerleştirme vardı. Biz de aynı şekilde labirenti bile fark edemiyoruz. Sanki bu labirent biraz da satranç tahtasına benziyor. Bir kodlama alanı, her hamlenin bir olasılığı inşa ettiği bir alan. Satrancın, kişinin kendisine veya kahramanın kendi yolunda yürüyüşüyle nasıl bir ilişkisi var? O zeminde oluşan simyayı nasıl tanımlarsın? Şimdi aklıma böyle bakınca A. Jodorowsky’nin Kutsal Dağ’ı geldi… Sonra da Bergman’ın Yedinci Mühür’ü…. Bu labirentten nasıl çıkarız?

Gürhan: Satranç oyununa hükmedebilmek için ilk önce onun esiri olmalısınız. Bunun tutkuya dönüşmesini sağlayan iki karakter satrançla aşırı duygusal bir bağ kurmuş olan Alexander Alekhine ve asıl idolüm Boris Spassky idi. Alekhine’in oyunlarını analiz ettiğimizde onun çok büyük bir enerjiye sahip mücadeleden asla vazgeçmeyen saldırgan bir kişiliğe sahip olduğunu görebiliriz. İnanılmaz çalışkan ve kendini sürekli geliştirmeye odaklanmış bir karakter. Dünya şampiyonluğu ünvanına ulaşabilmek için yenilmez kabul edilen ve çok ender oyun kaybeden Capablanca’dan tam altı oyun kazanmayı başaran sportif açıdan inanılmaz bir dirence sahip efsanevi bir oyuncu.

Diğer unutulmaz karakter henüz çocukluk yaşlarından itibaren bir yıldız olarak kabul edilen Spassky hayret verici tembel bir yetenek olarak tanımlanıyordu. Antrenörlerine olan bağlılığı ve konsantrasyon yeteneğinin mükemmelliği sayesinde açılış teorisini derinlemesine bilmemesine rağmen aşırı agresif oyun tarzıyla oyun ortasında bir şeyler elde edebiliyordu. Hiçbir zaman gücü elinde bulunduran iktidar sahiplerinden bir şeyler talep etmeyen bağımsız bir karakter olması 1972 yılında aslında taşımak istemediği bir yükün baskısı altında ezilmesine yol açtı. Kapitalist dünyanın öne sürdüğü Amerikalı Bobby Fischer (hem anne hem de baba tarafından Yahudi olmasına rağmen tüm Yahudilerin dünyadan kaldırılması gerektiğini savunan bir insan) bütün adayları 6-0’lık sonuçlarla ezip geçerken Spassky, bir parçası olmadığı komünist sistemin savunucusu rolünü oynamakla görevlendirildi. O bu ünvan maçının iki sistemin çatışması olarak algılanmasından rahatsız olduğunu belirtip bunun sadece iki kişi arasındaki bir spor karşılaşması olduğu konusunda ısrar ediyordu ve otoritelere göre maçın kaybedilmesinin nedeni ünvan maçına yeterince hazırlanmamış olmasıydı. Spassky sık sık oynamanın satranca olan ilgiyi azalttığına ve oyunun otomatikleşmesine neden olduğu düşüncesindeydi. Bu nedenle Reykjavik maçına bol bol tenis oynayarak hazırlandı. Rakiplerin stillerine göre değişebilen esnek oyun tarzı “evrensel stil” olarak adlandırılıyordu.

I.Bergman; Yedinci Mühür; 1957 “bugün ölümle karşılaştım. Beraber satranç oynadık.”

  

Aslında biraz bu farelerin labirentini, yani kitlenin zihnini devamlı manipüle eden çalışmaya benzeyen, Mekanik Türk isimli satranç otomatından da bahsedelim istedim. Öncelikle Mekanik niçin Türk? Satranç tahtasının altında kuklayı hareket ettiren bir cüce var fakat yerleştirilen aynalar yani yaratılan yanıltıcı alan, illüzyon sebebiyle kimse onu görmüyor. Belki bu gerçekdışı etkiyi, bir simülasyon gibi yaşamın üstünde fakat yaşamı da bir taraftan tüketim sisteminin taleplerine uygun olarak yeniden üreten, aslında somut bir mevcudiyeti olamayan bir spekülasyon olarak düşünebiliriz. Bu noktada satrancın gücü, yeni gerçeklikleri inşa edebilecek özünü nasıl ifade edebiliriz?

Gürhan: Türk… Mekanikçi Von Kempelen tarafından tasarlanan 1770 yılında imparatoriçe Maria Therese için sergilendiğinden beri bu otomatın sırrı tam olarak çözülememiştir. Hatta Edgar Allan Poe’nun dahi ilgisini çeken otomatın içinde bir insan barındırdığının tahmin edilmesi Von Kempelen’in insanları kandıran bir şarlatan olarak suçlanmasına yol açtı. Sahiplerine epey para kazandıran Türk en son bir yangında yok olana dek gizemini korudu.

1851 yılına döndüğümüzde karşımıza Romantik Stil olarak adlandırılan oyun tarzı çıkar. Başını Adolf Anderssen’in çektiği Romantiklerin ortak noktası, koşullar uygun olmadığında dahi hücum edilmesi ve kazanırken bunun sanatsal açıdan kalıcı bir esere dönüşecek figür fedalarıyla desteklenmesi ilkesidir. Anderssen’in Londra’da Kieseritzky’ye karşı oynadığı “Immortal Game”, mat için gerekli olan taşların dışındaki bütün figürlerin feda edilmesi sayesinde unutulmaz bir klasik haline gelmiştir. Savunma sistemlerinin gelişmesiyle, zamanla pozisyonel oyun tarzı benimsendiğinden Romantik Stil tarihe karışmıştır. 1950li yıllarda “Riga Büyücüsü” olarak adlandırılan Mikhail Tal Neo-Romantik Stil olarak tanımlanabilecek oyun tarzıyla alışılmış kalıpların dışına çıkmış bir anlamda konum mantığını mücadele mantığına dönüştürmeye çalışmıştır. Satranç oyununda zaman faktörünü göz ardı edemeyiz. Tal’in oyunlarında yaptığı çoğu tam olarak doğru bile olmayan kafa patlatıcı fedalar rakiplerini şaşkına çeviriyor, hesaplamaya çalıştıklarında da zamanının çoğunu tüketmiş olduklarından bir de panik duygusuyla baş etmek zorunda kalıyorlardı. O yıllarda maçtan günler sonra yapılan ayrıntılı analizler atağın doğru olmadığını bir şekilde savunulabileceğini gösteriyordu. Ama bunun maç esnasında zaman baskısı altında hemen o anda yapılması gerekiyordu. Satrançta psikolojinin yerini ve önemini vurgulayan örneklerin başında gelen bu oyun stili sayesinde Tal en sağlam savunma oyuncularını dahi yenebiliyordu. “Bazen 2x2=5 olabileceği ispatlanmaya çalışılmalıdır.” sözü Tal’in bakış açısını açıklar. (Kronik böbrek rahatsızlığı sonucu kaldırıldığı hastanede ölmek üzereyken Tal hastaneden kaçar ve katılımcıların arasında Kasparov’un da bulunduğu Moskova’da düzenlenen blitz “yıldırım” turnuvasına katılır. Kısa süre sonra da hayatını kaybeder.)

Mechanical Turk, adını 18. yüzyılda Avusturya İmparatorluk sarayında bir eğlence numarası olarak geliştirilen bir satranç oynayan makineden alır. © Interfoto/Alamy[1]

“Satranç İmgesi: Resim, Heykel, Yeni Tasarlanmış Satranç Taşları, Müzik ve Çeşitli Nesnelerden Oluşan Grup Sergisi Tek Sayfa - 1944” tarafından Marcel Duchamp, Max Ernst.[2]

“Satranç İmgesi: Resim, Heykel, Yeni Tasarlanmış Satranç Taşları, Müzik ve Çeşitli Nesnelerden Oluşan Grup Sergisi Tek Sayfa - 1944” tarafından Marcel Duchamp, Max Ernst.

Satranç Taşlarını Tasarlamak Üzerine

Şu anda bilinen ve FRENCH Seti olarak adlandırılan STAUNTON seti, hem benzerlikleri hem de karmaşıklıkları ile kafa karıştırıcıdır. Fransız Seti örneğinde, Fil biraz küçük ve Fil yerine Kraliçe kullanılırken, tasarım daha basit ve herkes tarafından anlaşılır olmalıdır. Veya daha radikal bir ayrılmadan mı bahsediyoruz? İkincisi, daha geleneksel bir tasarımdan daha çekici ve fonksiyoneldir ve oyuncunun dikkatini daha fazla çeker. Ayrıca, figürlerin oyun sırasında oynaması gereken rolü daha iyi destekler. Bu, figürlerin sahnedeki özgün hareketlerini, daha doğal bir ifade ile tasvir eder. Bu karmaşık çözümler oyunun temsil edilmesine nasıl yardımcı olabilir? Figürlerin oynaması gereken rolleri nasıl daha iyi destekleyebilir? ‘Kaleyi kır, piyonu kır. Fil’e gidin… Kraliçe, piyonla birleşecek ve Kral’ı yapacak şekilde değiştirilebilir.’

Onlar asla bir hata yapmamalıdır.

Zihnimi bu röportaj doğrultusunda izlemeye başlarken, aslında bütün uzam radyoyla ve müzikle açıldı. Hatta bu röportajın hayali de Mallarmé’nin “bir zar atımı asla ortadan kaldırmayacak rastlantıyı” sözünün sonsuzluğunda, ayaküstü senin için yapılan bir şarkıyı bana göndermenle tetiklendi. (Merak edenler için QR kodu üzerinden linki paylaştım). Müzik de satranç gibi değil mi? Gerçekliğin en soyut hali… Zamanda gezinebileceğin bir bellek, ritüellerin alanı… Ben akademik kariyerimde de kullandığım ve derinleştirdiğim pek çok anlatıyı, ilk olarak Metal grupların şarkı sözlerinden öğrendim. Biliyorum ki senin bu alanda muazzam bir arşivin ve belleğin var. Biraz Metal müzik ve özellikle yaşamını oluştururken senin için yarattığı etki alanından bahseder misin?

Gürhan: Düşünen insanların oyunu olan satranç, tıpkı Heavy Metal müziği gibi asla popüler olmayacak ve kısıtlı belirli bir kitle tarafından benimsenecektir. Çünkü her ikisi de genele hitap etmez. Önümüze zorla sunulan burnumuza sokulan seçeneklerin dışında ortaya konan her düşünce ve eylem benim gibi insanların ilgisini çekmeye yeter. Gördüklerim ve yaşadıklarımın beni tatmin etmediği gençlik yıllarımdan beri birbirinden çok farklı aykırı düşünceyi barındıran Heavy Metal müziğinin tutkunu ve destekleyicisi oldum. Sizi belli kalıpların içine çekmeyen buna zorlamayan ve yargılamayan, kendinizi özgürce ifade edebileceğiniz bir dünyanın kapılarını açan bir müzik türünün sadık bir dinleyici kitlesine sahip olması şaşılacak şey değildir. Kendisini “rocker” olarak tanımlayan bir birey ölene kadar kendi isteğiyle bu tavrını devam ettirecektir.

Yine aslında bellek adımları ve adımların kayıtları gibi tekrar eden bir yapı olan koleksiyon konusunu açmak istiyorum. Biliyorum ki koleksiyonlar da yaşamının parçası. Bunun yaşamındaki karşılığından ve öneminden bahseder misin?

Gürhan: Yaşadığı hayata anlam vermek isteyen her insan, bunu çeşitli yollarla gerçekleştirmeye çalışır. Koleksiyonculuk bana göre kaybetmek istemediğiniz, devam etmesini istediğiniz, sevdiğiniz beğendiğiniz bir şeyi saklama abluka altına alma çabasından başka bir şey değildir. Heavy Metal ve türevlerinden oluşan binlerce albümlük arşivden tutun, kitaplığımda bulunan 5000’i aşkın kitabın yanı sıra  Star Wars , Lord of The Rings , Warcraft veya bilim kurgudan korku filmi kült karakterlerine kadar uzanan geniş bir figür koleksiyonuna da sahibim. Fakat ne yazık ki teknolojinin sürekli değişmesi özenle biriktirdiğim DVD koleksiyonum gibi şeylerin zaman içinde demode kalarak anlamını yitirmesine neden olmaktadır.

 

Gürhan son olarak sana sektörel çalışma alanlarında yer alan kişiler, ARGE çalışmaları, İnsan Kaynakları gibi bir şirketin kavramsal haritasını hayata geçiren ve geliştiren alanlarda, satranç deneyiminin ne gibi katkıları olabileceğini sormak istiyorum.

Gürhan: Satranç oynarken sadece kendi planlarımıza bağlı kalmadan karşımızdaki rakibimizin beyninin kıvrımlarında da dolaşmak zorundayız. Gerçekte karakterlerin çatışması anlamına gelen bu oyunda, rakibimizin zayıf yönlerini görebileceğimiz kadar kendi zayıflıklarımızın da farkına varabiliyoruz. Konsantrasyon yeteneğinin artması, özellikle çocukların ders başarısını %17 oranında arttırdığı bilimsel bir çalışmanın sonucudur. Binlerce yıllık bir oyunun milyarlarca olasılık içeren yapısı, doğal olarak insan beyninde pek çok bölgeyi tetiklemektedir. Buna sahip olduğumuz zamanı kontrol etmeyi öğrenme ve zaman baskısı altında doğru karar verebilme yetisine sahip olmamızı eklersek, satrancın neden belirli bir kitle tarafından vazgeçilmez olduğunu kavrayabiliriz.

Yoko Ono, Play It by Trust / White Chess Set, 1966, Indica Gallery

 

Mesela yine zaman ve hafıza çerçevesinde de bakarak, Yoko Ono “Play It By Trust” tasarımında tüm alanı ve oyuncuları beyaza indirgerken, gücü veya oyunun ritmini de belleğe bırakmış: “Tüm taşlarınızın yerini hatırlayabildiğiniz sürece oynamak için bir satranç takımı” şeklinde oyunun temel kuralını ifade etmiştir. Neredeyse Sanat Tarihine ve toplumsal dönüşümlere koşut stratejik yaklaşımları satranç tarihinden senin verdiğin örneklerle kavramak benim için çok anlamlı oldu. Sanatın temsil alanı ve satranç arasındaki dönemsel paralellikler üzerinden bakınca, temsille uğraşmak yerine onun kaynağı olan dille uğraşmayı ve mümkün dünyaları buradan tasarlamayı deneyimleyen Dada ve Sürrealizm sanatçıları bu anlamda satrancın imkân alanını çok önemsemiştir. Mesela Duchamp satrancı bir yaratım alanı, “mekanik gerçeklik” olarak görmüş. Satranç tasarımlarının toplumları yansıttığını ve etkilediğini vurgulamış.  

……

Oyunu değiştirmek için dili / hikayeyi değiştirmek, dünyayı / gerçekliği değiştirmek için zihni değiştirmek…

  

Marcel Duchamp; Pocket Chess Set; 1943

Chess Set; Man Ray ; 1920; MetMuseum

Isamu Noguchi’s Chess Set; 1944

 


[1] https://www.ft.com/content/17518034-6f77-11e6-9ac1-1055824ca907

[2] https://www.biblio.com/book/imagery-chess-group-exhibition-paintings-sculpture/d/1127418082

Kaynak: Yeni Sakarya Gazetesi