Öykü Yazarı Hatice Meraklı:                                                                                                                                                                “Öykülerim, Bardağımdan Taşan İlk Damlalarım Aslında”                                                                                                                                                                    Söyleşi: Elif Yıldız

Sizi Kısaca tanıyabilir miyiz?                                                                                                                                            

 Aslen Düzceliyim. Fındık bahçeleri arasında büyümüş bir köy çocuğuyum. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunuyum. Diyanet İşleri Başkanlığı Sakarya İl Müftülüğü Vaiziyim. Mesleğim vesilesiyle insana dair çok şey gördüm diyebilirim. Çocuk evlerinden ceza evlerine, memleketin farklı köşelerinden, Avrupa’nın batısına, ardında farklı hikâyelerin olduğu pek çok kapı açıldı önüme aslında. Vaizlik mesleği için, tabiatı gereği, modern bir Evliya Çelebilik diyebiliriz. Evliyim, üç evladım var. Yayımlanmış ikisi öykü, dört adet eserim bulunuyor.

Edebiyata, yazmaya ilginiz nasıl başladı?                                                                                                      

 Yazmak, benim için çocukken dinlemekti, sonra kitaplarla uzun bir yolculuğa çıktım. En son kaleme (daha doğrusu klavyeye) sarıldım diyebilirim. Yazma fikri, dedemden dinlediğim hikâyelerle içimde çimlendi desem yeridir. Dedem, çocukken bize Behlül Dânâ’dan kıssalar aktarır, masallar anlatırdı. Sözlü gelenek benim için kitap sayfalarına yapılan bir yolculuktu haddi zatında.

Öykü kitabınız Ayna’da ki öykülerden biraz bahseder misiniz?                                                                     

Ayna yayımlanmış ilk öykü kitabım. İçerisinde yirmi bir adet öykü bulunuyor. Aslında bunlar benim bardağımın üzerinden ilk taşan damlalarım diyebilirim. Dolayısıyla oldukça önemsediğim hikâyeler barındırıyor. Kaybolan mahalle hayatından, babaanne - torun ilişkisine, Almanya’ya göçten ecdat yadigârı topraklara, soyağacından trafikle değişen hayatlara, bir kuduz salgınından ayyaş bir babanın oğlu olmaya dair farklı konularda yazılmış öyküler bulunuyor. 

Öykülerinizin hikâyesi kurmaca mı yoksa yaşanmış olaylar mı?

Öykülerde kurmaca hep gerçeğin koluna girmiştir diye düşünürüm. Kurmacanın elleri gerçeğin saçlarını okşuyor diyebiliriz. Gerçeği olduğu gibi anlatsak haber olmaz mıydı? Aslına bakarsanız her birimizin yarım kalan öyküsü çoktur. Belki de öykülerle onları tamamlamak, ya da okuyucuya tamamlatmak ister yazar.

İnsanın yaşadığı coğrafya, şehir ve mekân olaylara, insanlara ve sanata bakışını etkiler. Bu minvalde Sakarya’da yaşamak yazılarınıza yansıdı mı?

Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri isimli şiirinde

“İnsan yaşadığı yere benzer, 

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer  

Suyunda yüzen balığa  

Toprağını iten çiçeğe  

Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine” benzer, der.

Elbet yazdığımız toprak soluduğumuz hava bizi de etkilemiştir. Örneğin Mutlu Ailesi isimli öykümde Adapazarı yolunda gözlerimin önünde yok olup giden bir evin öyküsünü anlattım. Bu pek çok öykümüzde mekâna işaret etmeden kendisini ortaya döker. Lakin biz tamamen otantik bir öykücüyüz diyemeyiz. 

Sait Faik Öykü Yarışmasında ikincilik ödülü alan Alaca Saksağan adlı öykünüzün doğuşundan biraz bahseder misiniz? 

Sakarya Büyükşehir Belediyesi Sait Faik adına düzenlediği yarışmalarda geçtiğimiz sene Kuşlar temasını koydu öykücülerin önüne. Kuşlar benim için, her zaman çok özel bir yere sahip olmuştur, onları pek çok öykümün satır aralarında bulabilirsiniz. Bu bazen muhteşem kostümlü bir Saksağan olur, kimi zaman mahallede tutunamayan bir Ardıç Kuşu, bazen de suları sortileriyle inleten Yalıçapkını… Bu öykümde ise, kuş temasıyla Filistin’i anlatmak istedim.  Filistin hepimizin yüreğinde sürekli kanayan bir yara. Özellikle Yedi Ekim’den bu yana yaşananlar insanlığın vicdanında başka âlemler inşa ediyor. Bu bağlamda kuşların gölgesinde aynı anda Gazze’de ve Sakarya’da akan günlük hayatı(!) anlattım diyebiliriz. Kuşların da bir hatırası olsun istedim, Ebabillerden yana. 

Öykü bir kurmaca ürünü olmasının yanında bir dil işçiliğini de gerektiren bir türdür. Öykü türlerine baktığımızda mizahi öykü, portre öykü, anı, mektup, dramatik ve gotik öykülerden bazılarını görüyoruz. Siz öykülerinizde hangi türü kullanıyorsunuz.

Bu tercihinizin özel bir sebebi var mı?

Öykülerim genellikle olay hikâyesi şeklinde tanımlanabilse de zaman zaman Çehov   tarzına yakınlaştığımı da söyleyebilirim. Okuyucunun da içinde olmasını isterim bazen ve sonucu onlara bıraktığım da olur. Örneğin öykünün bir konusu olsa da ben onu koku özelinde anlatmak istediysem, orada toprağı kazmayı severim. Hatta yeni bitirdiğim bir hikâyemde suçluluk duygusu üzerinde derinleşmeyi yeğlediğimi söyleyebilirim. Aslına bakarsınız bir Gotik öykü bile yazabilirim diyorum son günlerde.

Öykülerinizi yazarken nasıl bir yol izliyorsunuz. Fikirlerinizi biriktirip mi yazıya döküyorsunuz?

Aslında tam olarak bu şekilde olduğunu söyleyemem. Benim için bir hikâye var etmek ya da o atmosferde yoğrulmuş karaktere doğru yürümek çeşitli aşamalardan geçiyor. Tıpkı anlatacak bir öyküsü olan pek çok kişi gibi. İnsan bir gün açmak ister ya birilerine…

Fakat kendisine sorsanız, ıslah olası dizini kıramıyordur bir türlü. Alamıyordur eline kalemi, klavyeyi. Kelimelerle arası iyi değildir, dilbilgisi kurallarından sıkılmıştır, nereden başlayacağını bilemiyordur.

Ben bir hikâye anlatmak istediğimde saydıklarımın hepsini yaşarım. Sonra içimden bir ses şu karakter vardı ya der… Hani illa ki bilinsin istediğin! Kırmak isteyen zincirini. 

Gezerim onunla birkaç gün hatta birkaç hafta. Onun gibilere dair hikâyeler, gazete kupürleri, yazılar okurum. Yürüyüş bahane, dolaşırım caddelerde; kulaklarım sonuna kadar açık.

O atarlı dolmuş şoförünü dinlerim, arkadaşına çıkışan küt saçlı kızı gözlerim, parktaki bir yaşlının uzağa dalmış gözlerine takılır gözlerim…

Ardından yavaş yavaş dost oluruz onlarla. Sonra saklandıkları delikten sökün ediverir diğerleri.

Tarihi bir kahramansa eğer tam da olduğu zamandan, tam da olması gerektiği yaşlarda ve üstüne yakışan o günkü kıyafetiyle gelir oturur yanı başıma.

Günümüzden bir hanım mı anlatmak istediğim, hani bir AVM’nin vitrininde kalmıştır gözleri; dalar öyküme. O kıyafeti çok beğenmiştir, geçen bayram kuzeninin üstünde gördüğü bluza ne kadar da benziyordur. Peki, üstüne uyacak bedeni var mıdır? Ya da laciverti mesela bu bluzun. Ya kredi kartında yeterli bakiyesi… Bak onu da şimdi katmıştır hesaba.

Ya kendimce hizaya çekmeyi planladığım o yaramaz çocuk. Annesine çaktırmadan, nasıl level atlayacaktır sevdiği bilgisayar oyununda. Gözlerini üstüne dikmiş ablası, onun dikkati nasıl çekilebilir kuzeninin yaklaşan doğum gününe?

Anlatmak isteğim tarihsel karakterin yanı başında nefes alamıyorsa okuyucu, o bluza heves eden kadının yerine onu almak için plan yapamıyorsa sayfalarda gezinenler ya da o çocuğun odasında değilse yazdıklarımı okuyan…

Uçsuz bucaksız bir arazinin ortasında, bir başına, yaşını kimselerin bilmediği o sığla ağacının anlattığı öyküler gibiyim diyebilirim. Güneş ne taraftan bakarsa gölgesi diğer yana düşüyor gibi. Notlar alıyorum telefonuma ve bir sabah klavyeme düştüklerini görüyorum.

Son dönemlerde türler arasında geçişkenlik arttı. Siz öykülerinizi bu bağlamda nasıl konumlandırıyorsunuz?

İlk öykülerimde Maupessant tarzına yakındım diyebilirim, olay hikâyesini seviyorum aslında ama bazen Çehov tarzı durum öyküleri de çekici geliyor. Hatta hiç alakasız bir konuyu mizahi anlattığım bile olmuştur. Kitaba adını veren Ayna isimli öykümüz ise biraz Kafka tarzını çağrıştıran modern bir öyküdür diyebiliriz.

Öykü kitabınızda sizin için özel olan bir öykü var mı, neden?

Son öykü Haminne ve kitabın ilk öyküsü Sultan benim için ayrı bir yere sahiptir. İnsanoğlunun ilk dünyası mahalleyi yitirişimiz, elimizi dünyaya ilk uzattığımız günden beri sırlarımızı saklayarak ehlileşmeye hazır pencerelerinden ikram ettiği meyveleriyle bizi insan kalmaya davet eden sokakları ve insanları kaybedişimizin hikâyeleri çok özel diye düşünürüm.

Severek okuduğunuz veya sizde özel bir yeri olan öykücüler var mı?

Ömer Seyfettin (çocukluğum), Tanpınar, Refik Halit Karay, Ayşegül Genç, Ali Işık, Emin Gürdamur, M. Kamil Yaykan, Melisa Kesmez, Ayfer Tunç ilk sayacaklarım olurdu. Öykü beni sürüklüyorsa kimin olursa fark etmez. Sonuçta insana dair bir şeyler fısıldamıyor mu kulağımıza. 

Fotoğraflar: Yeni Sakarya Gazetesi 

Kaynak: Yeni Sakarya Gazetesi