Dün akşam Adapazarı eşrafından Aykut Özmen Ağabey’le keyifli bir çay sohbeti yaptık.
Sohbetin konusu “dava şuuru” ve sınırlarımızı aşan “vatan mefkûremiz” üzerineydi. Kafkaslardan Balkanlara ülkemizin geleceğini konuşurken, inancımızı diri tutmak adına zihinsel bir seyahat yaptık aslında.
İslam’la şereflenmiş asil Kafkas göçmeni ve Balkan sevdalısı Aykut Ağabey, defalarca ziyaret ettiği Balkanlarda yaşadığı tarifsiz duyguları dinlerken mest oldum.
Aykut Ağabey’den birkaç yıl önce Bitola’da tanıştığı Hıristiyan Papaz’ın hikâyesini dinlerken ne kadar büyük bir devlet, necip bir millet olduğumuzu bir kez daha anladım.
Makedon Papaz Aleksander; doğduğu Makedonya topraklarında – o zamanki adıyla- “Manastır vilayetimizde” Osmanlı tebaası olarak 105 yıl önce doğmuş. Balkan savaşları ardından Birinci ve İkinci Dünya Savaşı acılarına, Osmanlı’nın yıkılışına şahit olmuş. Sultan Abdülhamid ve Osmanlı yönetim sisteminden övgüyle bahseden Papaz Aleksander, bir “ağaç kurdu” gibi imparatorluğu içeriden çökerten Jön Türkleri hayatı boyunca hiç sevmemiş…
Tanışmalarından birkaç yıl sonra hayata gözlerini yuman Papaz Aleksander’ın hatıralarını nakleden Aykut Ağabey’i dinlerken bendenizin de Balkan hatıraları canlandı.
Yıllar önce Sofya-Pernik üzerinden Üsküp’e gidiyordum. Gece vakti Makedonya Kriva Palanka sınırına ilerlerken Köstendil’de durdum. 1540’ta yapılan “Fatih Sultan Mehmet Camii” gönlüme düşmüştü. Bu şehirde doğan Halvetî büyüklerinden Ali Alaaddîn-i Köstendîlî (1643-1730) Hz.’nin, bir zamanlar halkı irşâd ettiği camiyi teberrüken ziyaret maksadıyla yolumu çevirdim. Camiyi gördüğümde sanki içime bir ok saplanmıştı. Bir zamanlar ilim, irfân merkezi olarak Bulgaristan, Makedonya ve Sırbistan’dan gelen Müslümanların toplandığı camimiz vîran olmuş, her yanını otlar sarmıştı. 1950’de Yugoslav rejimi tarafından kapatılan caminin kubbesi sökülerek yaklaşık 20 ton kurşun yağma edilmiş; tuğlaları, taşları dökülmeye başlamıştı. Kapatıldıktan sonra kaderine terk edilen caminin süslemeleri ve ihtişamlı minaresi hasar görmüş. Bakımsız, korunaksız cami, yıllar içinde dış ve iç kısımlarında yıkılmalar nedeniyle neredeyse harabe halini almıştı.
Türkiye olarak ne yapıp ne edip tapu senedimiz olan bu tarihi camiyi onarmalıyız. Bu vesileyle TİKA Genel Başkanlığı’na çağrımız olsun. Bulgaristan’ı boydan boya aşarak Sofya-Niş yolundan Prekuplja-Kurshumlija (Kurşunlu) sınırı üzerinden Podujeva’ya saptığınızda artık Sırbistan toprakları bitmiş Kosova toprakları başlamıştır. Uzak mesafeden minareler size selam verir. “Ey yolcu! Hoş geldin. Selam sana. Artık emniyettesin. Burada Müslümanlar var” dercesine…
Eğer yurdunuzdan uzaktaysanız, kat ettiğiniz yol boyunca sağlı sollu hep kiliseler gördüyseniz kendinizi mahzun hissedersiniz. Ezan sesinin olmadığı beldeler, Müslüman kalbine kasvet ve ürküntü veren yabancı topraklardır…
Balkanlarda araç süren bilir. Bazen ana yol bir anda biter ve sizi herhangi bir köyün içine atar. Köy yollarında yol kenarında bir yerlerde yahut eski bir mahalle arasından geçerken tabiri caizse yüzyıllara direnen “cami/minare” apansızın karşınızda belirince anlarsınız ki burası Müslüman köyü, Müslüman veya Müslüman mahallesidir. Sonra birden tarih sayfaları açılır. Viyana’ya sefere giderken bulgur aşını katık edip, Mesnevi okuyan Türk askerleri canlanır hayal perdesinde… At sırtında İstanbul’dan yola çıkıp buralarda camiler, köprüler, hanlar, hamamlar yapan Osmanlı’ya dua edersiniz.
Elif gibi minareler İslam’da tevhîdin sembolüdür. Vâhîd, Ehâd olan Allah’ın kudretinin arzın üzerindeki mührü mesabesindeki minareleri gördüğünüz anda kalbiniz ferahlar, içinize sevinç yayılır. Yabancı topraklar sanki vatan toprağınız olmuştur artık. Kendinizi, evinizde ve emniyette hissedersiniz.
Okunmayan Kur’ân-ı Kerîm nasıl garipse, artık Müslümanların yaşamadığı beldelerde yetim kalan camilerimiz de gariptir.
Ne yazık ki Balkanlarda yüzyıllık tehcir ve zulümler sonucunda cemaatini kaybederek garip kalan Osmanlı yadigârı birçok camimiz var.
Özellikle burnumuzun dibindeki Batı Bulgaristan’da ilgisizlik ve imkânsızlıktan dolayı yıkılmaya yüz tutmuş Osmanlı camilerini görmeyenler bu hissiyatı anlayamazlar.
İstanbul merkezli Rumeli topraklarında; Bulgaristan’dan başlayıp, Doğu Bosna’da biten “yeşil kuşak” içerisinde yıkılmaya yüz tutan camiler, hasretle Müslümanları bekliyor. Bulgaristan, Kosova, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Sırbistan ve Bosna’da mevcut minareler, camiler; Müslüman kimliğin onuru ve tarihimizin en önemli eserleri.
Diğer yandan, dört bir yanı Hıristiyanlarla çevrili Bosna’nın doğusunda bulunan Caynice, Foca, Rogatica, Rudo, Visegrad, Zepa ve Goradje bölgesinde etnik Müslüman nüfusun azalması ve ekonomik imkânsızlık sebebiyle camilerimiz yetim kalmaya devam ediyor… Biliniz ki Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, hayatı boyunca Bosna’da ezanların susmaması için mücadele vermişti.
Yıllar önce Hıristiyan Avrupa’ya yaptığım ilk seyahat esnasında minarelerden gök kubbeye yükselen “ezan” sesinin hayatıma kattığı anlamı idrak etmiştim. Seyahatimin ilerleyen günlerinde içimde tarif edemeyeceğim bir huzursuzluk hissetmeye başlamıştım. Sebebini bilemediğim, ruhumu ezen acayip bir duyguydu. Bir şekilde kendimi mutsuz hissediyor ve sebebini de bulamıyordum.
Nedense, bir gece kendi kendime ve gayri ihtiyari olarak ezan okumaya başladım. Okuduğum ezanı bitirdiğimde ruhumun açlığını ve neden ezildiğimi anladım. Meğer içimi daraltan sebep, uzun süredir minarelerden ezan sesi duymamakmış.
Ezansız topraklara yolculuk yapanlar bilir. Ruh, ezan duymayınca mahzun olur.
Bir zamanlar İstanbul selâtin camilerinden başlayıp, kesintisiz bir hat üzerinden Rumeli ve Balkan topraklarında devam eden ezan seslerimiz önce Edirne’ye ulaşır. Ardından da Pazarcık, İhtiman, Filibe, Sofya, Köstendil, Kumanova, Üsküp, Priştina, Mitrovica, Novi Pazar, İpek, Tutin, Rozaje, Kolaşin, Akova, Pljevlija’dan (Taşlıca); Banya Luka ve Bihac dâhil Bosna’nın her yanında arş-ı âla’ya uzanırdı.
Minarelerden Balkan semalarına yükselen Tevhîdin çağrısı “Ezan-ı Muhammedî” (sav) ilelebet susmasın…